Friday, June 5, 2009

Bedensiz Organlar ve Daha Başka Paradokslar

Cengiz Erdem
http://cengizerdem.wordpress.com/

Büyük evlerin küçük odalarında yaşadım, yüksek yerlerdeki alçak adamlarla tanıştım. Çocukluğum can sıkıntısıyla mücadele ederek geçti. Can sıkıntımı yenmek için savaş filmleri izlerdim. O dönemlerde Vietnam savaşı yeni bitmişti ve Amerikanlar savaş filminden başka film çekmiyordu. Savaştan dönüp de topluma adaptasyon sorunu çeken travma kurbanı, üzgün, gücünü yitirmiş, haksızlığa uğradığını düşünen bilge kurban-kahramanlar pek modaydı o zamanlar. Vietnam savaşından dönen bunalımlı bir gazi olmadığım halde gençliğimde kendimi o kurban-kahramanlardan biri olarak gördüm hep. O kadar çok savaş filmi izlemiştim ki bu savaş filmlerinin travmatik bir etkisi oldu üzerimde ve kendimi hayatta tutabilmek için mevcut yaşam biçimlerini eleştiren düşünceler üretmeye başladım. Bu düşünceler beni topluma yabancılaştırdı çünkü toplum bireye kıyıcı bir ilişkiler yumağından başka bir şey değildi.
***
“Ben” dediğiniz şey kendiniz değildir aslında. Zira “siz” ancak kendiniz olmayan bir şey olarak var olabilirsiniz toplum içerisinde. Daimi suretle kendinizden farkınız olarak sürdürürsünüz yaşamınızı. Buna toplumsallaşma uğruna saçmalamak da diyebiliriz herhalde. Toplumsal yaşamda kişi olayları bedensel olarak tecrübe ettiği halde zihinsel olarak kendisini topluma ait hissetmezken, çok sevdiği bir filmi seyrederken kendisini filmdeki karakterlerin yerine koyarak bedensel olarak hadiseleri yaşamadığı halde zihinsel ve duygusal olarak filmin içerisindeki olaylar zincirinin bir parçası haline gelebiliyor. Zaten işte budur film seyrederken insanın zevk almasını sağlayan şey; toplumsal kimliğinin dışına çıkmak, kendin olarak bildiğin “ben”in senin toplumsal kimliğinden sıyrılarak bağımsız olarak sürdürdüğü kişisel olmayan bir ötekileşme. Tabii burada bu ötekileşmenin ötekiyle özdeşleşme, yani ötekinin içinde kendinden bir şeyler, kendinde de ötekinden bir şeyler bulma ve bu benzerlikerden ötürü duyulan kendini kendi dışındaki dünyanın bir parçası gibi hissetme, öyle görme fantezisi olduğunu söylemeye bile gerek yok. Bu tür bir fantezi terapötiktir; kişi kendini dünyaya ait hisseder, ötekilerle bağ kurar, mutludur. Bu durumun öteki tarafında ise insanın kendini dünyayla bir olarak görmesinden duyduğu sıkıntı sonucu ortaya çıkan, filmlerdeki karakterlerin kendinden ne kadar da, o kadar ki son derece bile yetmez o farklılık derecesini tanımlamaya, farklı olduğunu görme ve gösterme eğilimi hakimdir. Bu kişi kendini film karakterleriyle özdeşleştiren kişiden farklı olarak film seyrederken kendini filmdeki karakterlerle özdeşleştirip onların hissetiği gibi hissetmekten hiç hoşlanmaz, bilâkis bu kişi kendini filmdeki karakterlerin gerçek hayattakinden ne derece farklı olduklarını ve kendisinin asla bu film karakterleri gibi düşünüp, hissedip, bu düşünceler ve hislerle hareket etmeyeceğini, onlar gibi olmayacağını, olamayacağını söyler. Bu iki farklı seyir tipini terapötik, eğlence amaçlı seyir ve eleştirel gözle seyir diye de ikiye ayırabiliriz, ki nitekim işte ayırdık da zaten. Ne yapacağını ve ne diyeceğini çevreyi gözlemlemek suretiyle tartıp biçmeden hayata geçiren kişi kaybetmeye ve kendi dışkısı içerisinde boğulmaya mahkûmdur sevgili okur. Kişi kendisine şunu sormalıdır: Bu hareketim neleri doğuracak, bu sözler nelere sebebiyet verecek? Yaptığımız eylemlerin ve sarf ettiğimiz sözlerin etkilerini önceden kestirebilmenin yolu geçmişte ettiğimiz sözlerin ve giriştiğimiz eylemlerin şimdinin gerekliliklerinden hareketle gözlemlenmesinden ve geleceği geçmişten daha iyi kılacak biçimde yeniden yorumlanmasından geçer.
Hepimiz bu hayatta birer aktör ve aynı zamanda birer seyirciyiz. Zira bu hayatta çevremizdeki olayalarla ilişkilerimiz gözlem ve eylem boyutlarında gerçekleşir. Yani işte göz görür can çeker. Özdeşleşmeye karşı duruşuyla tanınan, özdeşleşme nesneleri ve arzu nesneleri arasındaki ilişkiyi sıradışı bir yaklaşımla ele alan Gilles Deleuze ise bu konuya ilginç bir biçimde en olmadık yerden parmak basar. Deleuze pek çok kitabında arzunun kendine karşı dönüşünün nasıl gerçekleştiğini deşifre etmekle kalmamış, aynı zamanda arzunun üretici bir eylem olduğunun da altını çizmiştir. Buna göre arzulamak nesnesini kendisi üreten yaratıcı bir eylem biçimidir. Deleuze varlığı yaratıcılıkla eş tutar. Yaratıcılık olabilecek her şeyi var kılandır.
***
Bedensiz Organlar adlı kitabında Slavoj Zizek’i Deleuze’ü yanlış okurken okuyoruz. Bu arada Zizek, Deleuze’ü zaten herkesin yanlış okuduğu Hegel’i yanlış okurken okuyor. Bu yanlış okumalar silsilesi içerisinde doğru kalan tek şey eleştirel teorinin ilk şartının yanlış okumayı bilmek olduğu ortaya çıkıyor. Zizek’in bir dizi histerik provokasyondan ibaret Deleuze eleştirisi Deleuze’ün felsefesinin temel emelini tespit ederek başlıyor işe. Zizek’e göre Deleuze’ün felsefesinin temel emeli yeninin ortaya çıkış sürecini teorik olarak açıklamaktır. Bu doğru tespitten sonra Zizek, Deleuze’ün felsefesini Deleuze I ve Deleuze II diye ikiye ayırıyor. Deleuze I, Deleuze’ün Guattari’yle birlikte yazdığı Anti-Oedipus: Kapitalizm ve Şizofreni adlı kitaba kadar olan dönemi kapsarken, Deleuze II, Deleuze’un Guattari’yle işbirliği içerisinde kaleme aldığı kitapları kapsıyor. Gilles Deleuze ve Felix Guattari iki ciltlik Kapitalizm ve Şizofreni: Anti-Oedipus adlı kitaplarında Marx-Nietzsche-Freud üçgeni içerisinde değerlendirdikleri geç kapitalizmin kendine karşı güçleri hem üretip hem de yok ettiğini yazacaklardır yetmişlerin sonlarına doğru. Her ne kadar şizofreninin sadece kapitalizmin bir ürünü olduğuna katılmasam da Deleuze ve Guattari’nin kapitalizmin ürettiği anormallikleri bastırarak canına can kattığını ve radikal anormalleşmeye götüren bir üretim-tüketim-ilişkileri-kısır-döngüsüne dayandığını itiraf etmek durumunda hissediyorum kendimi.
Zizek, Deleuze’ün felsefesine siyasi bir bağlam oluşturmak maksadıyla kendi özgün felsefesini Guattari’nin politik anti-psikiyatri söyleminin süzgecinden geçirmek suretiyle kolaycılığa kaçtığını iddia ediyor. Zizek, Deleuze’ün felsefeyi siyasileştirme çabasına denk gelen bu ikinci dönemi bir talihsizlik olarak nitelendiriyor ve Deleuze’ün Hegel’ci diyalektiği aşma çabalarının başarısızlığa mahkûm oluşunun göstergesi olarak lânse ediyor. Zizek’e göre Deleuze hem Hegel’ci diyalektiğin ötesine geçemiyor, hem de Hegel’i olduğundan farklı gösterip çarpıtıyor. İşte bu noktada “farklılığın filozofu” olarak bilinen Deleuze’un sanat ve yaratıcılık üzerine kestiği ahkâmları inceleyecek olursak Zizek’in ne demek istediğini daha iyi kavrayabilecek zemini yaratmış oluruz sanırım kendimize.
Deleuze için sanat yaratıcılığın en radikal biçiminin yaşandığı bir uzam, değişim sürecinin en uçta yaşandığı bir etkinlik, sanatçı ise statükoya düşünsel dinamizmiyle direnen, kendi varoluş alanını kendisi yaratmak zorunda olan radikal bir varlıktır. Bu tablo iyi ve insanlık için faydalı bir şey olmaktan öte, önüne geçilmesi hemen hemen imkânsız evrimsel bir sürecin de yansımasıdır.
Denebilir ki sanat iyinin ve kötünün ötesinde olan bir şeydir. Bu da demek oluyor ki klasik veya daha genel bir tabirle geçmişe ait sanat yapıtlarının bugünün koşullarına bakılarak, bugünün algılama biçimiyle değerlendirilmesi ve bunun neticesinde de iyi veya kötü diye nitelendirilmesi bir anlam ifade etmekten yoksundur, ve zaten böyle bir nitelendirme çabası gereksizdir. O yapıt, o günün koşullarında, o çağın düşüncesiyle anlamsal olarak şekillenmiş ve içerik kazanarak, bu içeriğe uygun bir biçimle insanlığa sunulmuş bir yapıt olarak ele alınmalı ve ondan mümkün mertebe yararlanılmalıdır; onu ait olmadığı bir çağda kötü veya iyi diye yargılamak ona yapılmış bir hakarettir. Gerek geçmişle alay eden, gerekse geçmişi ironik bir şekilde yücelten, geçmişte kullanılan dilin yapısını bozan, hem biçimsel, hem de içeriksel olarak yeni tarzlar deneyen, içerik-biçim ilişkisine yeni boyutlar katan, kısacası anlam aktarımında kullanılan araç gereci ve teknikleri değiştirmek suretiyle anlam kavramına da yeni anlamlar katan, değişen ve değişmekte olan insanların bu değişime paralel olarak değişen beklentilerini deneme yanılma yöntemiyle karşılamaya yönelik, kendinden emin, deneysel eserler üretilmektedir. Bu eserler bizi içinde bulunduğumuz mevcut-duruma hapsolmuşluktan kurtarmakta işe yarayabilir. Durum dışında düşünce üretip duruma dıştan müdahale etmek, ona içindekileri tersyüz ederek dışa dönmesini sağlayacak şekilde yaklaşmakla mümkün kılınabilir. Kendimizi kaybedene kadar kendimizden kaçmaya değil, bilâkis bu durumun olanaksızlıklarını birer olanak haline getirip değerlendirmek arzusuna meyletmeliyiz bence. İmkânsızlıklar elimizdeki imkânlardır, dolayısıyla da eldekini en iyi şekilde değerlendirmek bir sorumluluktur. Zira eskiden var oluşun bir anlamı olmadığı düşüncesi kendi içinde bir anlam ifade ediyor ve sanatçılar da anlamsızlığın bu anlamını değişik şekillerde yeniden yaratmaya ve aktarmaya çalışıyordu. Belli ki artık tıpkı var oluşun bir anlamı olmamasının anlamı gibi, duygu ve düşünce arasındaki ayrım da ortadan kalkmıştır. Çağımızda bilimden bağımsız olarak düşünülemeyecek sanat, bilimdeki gelişmelerle beraber hem teknik hem de içerik olarak elbette ki değişime uğrayacaktır. Bilim sanatı, sanat da bilimi değiştirir; neticede ikisi de temelde hayal gücüne dayanır. Belki bir çerçevesi vardır sanatın ama bu çerçeve tıpkı hayatın çerçevesi gibi şeffaftır ve sınırlayıcı bir çerçeve değildir. Zaten gerçek bir sanat yapıtı işte o çerçevenin görünmezliğinin bile ötesine geçmeyi başarabilendir; yani yaşamın görünen yanlarının ötesine... Onu çevreleyen şeffaf çerçevenin ötesine taşıdığı anlamla, hayatın her alanına yayılır sanat ve bu yüzyıllardır böyle süregelmiştir. Sanatsal yaratıcılığın amacı, çelişkilerle dolu insanın yapısını bozup, insanın dinamik özünü oluşturan sürekli değişim arzusuyla, bu arzuya direnen korku temelli güdünün aşılması ve ana hapsolmuş anlamın, uyumun ve bütünlüğün yakalanıp ölümsüzleştirilmesidir.

(c)cengizerdem, 2005.

No comments:

Post a Comment

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...