Friday, June 5, 2009

Bedensiz Organlar ve Daha Başka Paradokslar

Cengiz Erdem
http://cengizerdem.wordpress.com/

Büyük evlerin küçük odalarında yaşadım, yüksek yerlerdeki alçak adamlarla tanıştım. Çocukluğum can sıkıntısıyla mücadele ederek geçti. Can sıkıntımı yenmek için savaş filmleri izlerdim. O dönemlerde Vietnam savaşı yeni bitmişti ve Amerikanlar savaş filminden başka film çekmiyordu. Savaştan dönüp de topluma adaptasyon sorunu çeken travma kurbanı, üzgün, gücünü yitirmiş, haksızlığa uğradığını düşünen bilge kurban-kahramanlar pek modaydı o zamanlar. Vietnam savaşından dönen bunalımlı bir gazi olmadığım halde gençliğimde kendimi o kurban-kahramanlardan biri olarak gördüm hep. O kadar çok savaş filmi izlemiştim ki bu savaş filmlerinin travmatik bir etkisi oldu üzerimde ve kendimi hayatta tutabilmek için mevcut yaşam biçimlerini eleştiren düşünceler üretmeye başladım. Bu düşünceler beni topluma yabancılaştırdı çünkü toplum bireye kıyıcı bir ilişkiler yumağından başka bir şey değildi.
***
“Ben” dediğiniz şey kendiniz değildir aslında. Zira “siz” ancak kendiniz olmayan bir şey olarak var olabilirsiniz toplum içerisinde. Daimi suretle kendinizden farkınız olarak sürdürürsünüz yaşamınızı. Buna toplumsallaşma uğruna saçmalamak da diyebiliriz herhalde. Toplumsal yaşamda kişi olayları bedensel olarak tecrübe ettiği halde zihinsel olarak kendisini topluma ait hissetmezken, çok sevdiği bir filmi seyrederken kendisini filmdeki karakterlerin yerine koyarak bedensel olarak hadiseleri yaşamadığı halde zihinsel ve duygusal olarak filmin içerisindeki olaylar zincirinin bir parçası haline gelebiliyor. Zaten işte budur film seyrederken insanın zevk almasını sağlayan şey; toplumsal kimliğinin dışına çıkmak, kendin olarak bildiğin “ben”in senin toplumsal kimliğinden sıyrılarak bağımsız olarak sürdürdüğü kişisel olmayan bir ötekileşme. Tabii burada bu ötekileşmenin ötekiyle özdeşleşme, yani ötekinin içinde kendinden bir şeyler, kendinde de ötekinden bir şeyler bulma ve bu benzerlikerden ötürü duyulan kendini kendi dışındaki dünyanın bir parçası gibi hissetme, öyle görme fantezisi olduğunu söylemeye bile gerek yok. Bu tür bir fantezi terapötiktir; kişi kendini dünyaya ait hisseder, ötekilerle bağ kurar, mutludur. Bu durumun öteki tarafında ise insanın kendini dünyayla bir olarak görmesinden duyduğu sıkıntı sonucu ortaya çıkan, filmlerdeki karakterlerin kendinden ne kadar da, o kadar ki son derece bile yetmez o farklılık derecesini tanımlamaya, farklı olduğunu görme ve gösterme eğilimi hakimdir. Bu kişi kendini film karakterleriyle özdeşleştiren kişiden farklı olarak film seyrederken kendini filmdeki karakterlerle özdeşleştirip onların hissetiği gibi hissetmekten hiç hoşlanmaz, bilâkis bu kişi kendini filmdeki karakterlerin gerçek hayattakinden ne derece farklı olduklarını ve kendisinin asla bu film karakterleri gibi düşünüp, hissedip, bu düşünceler ve hislerle hareket etmeyeceğini, onlar gibi olmayacağını, olamayacağını söyler. Bu iki farklı seyir tipini terapötik, eğlence amaçlı seyir ve eleştirel gözle seyir diye de ikiye ayırabiliriz, ki nitekim işte ayırdık da zaten. Ne yapacağını ve ne diyeceğini çevreyi gözlemlemek suretiyle tartıp biçmeden hayata geçiren kişi kaybetmeye ve kendi dışkısı içerisinde boğulmaya mahkûmdur sevgili okur. Kişi kendisine şunu sormalıdır: Bu hareketim neleri doğuracak, bu sözler nelere sebebiyet verecek? Yaptığımız eylemlerin ve sarf ettiğimiz sözlerin etkilerini önceden kestirebilmenin yolu geçmişte ettiğimiz sözlerin ve giriştiğimiz eylemlerin şimdinin gerekliliklerinden hareketle gözlemlenmesinden ve geleceği geçmişten daha iyi kılacak biçimde yeniden yorumlanmasından geçer.
Hepimiz bu hayatta birer aktör ve aynı zamanda birer seyirciyiz. Zira bu hayatta çevremizdeki olayalarla ilişkilerimiz gözlem ve eylem boyutlarında gerçekleşir. Yani işte göz görür can çeker. Özdeşleşmeye karşı duruşuyla tanınan, özdeşleşme nesneleri ve arzu nesneleri arasındaki ilişkiyi sıradışı bir yaklaşımla ele alan Gilles Deleuze ise bu konuya ilginç bir biçimde en olmadık yerden parmak basar. Deleuze pek çok kitabında arzunun kendine karşı dönüşünün nasıl gerçekleştiğini deşifre etmekle kalmamış, aynı zamanda arzunun üretici bir eylem olduğunun da altını çizmiştir. Buna göre arzulamak nesnesini kendisi üreten yaratıcı bir eylem biçimidir. Deleuze varlığı yaratıcılıkla eş tutar. Yaratıcılık olabilecek her şeyi var kılandır.
***
Bedensiz Organlar adlı kitabında Slavoj Zizek’i Deleuze’ü yanlış okurken okuyoruz. Bu arada Zizek, Deleuze’ü zaten herkesin yanlış okuduğu Hegel’i yanlış okurken okuyor. Bu yanlış okumalar silsilesi içerisinde doğru kalan tek şey eleştirel teorinin ilk şartının yanlış okumayı bilmek olduğu ortaya çıkıyor. Zizek’in bir dizi histerik provokasyondan ibaret Deleuze eleştirisi Deleuze’ün felsefesinin temel emelini tespit ederek başlıyor işe. Zizek’e göre Deleuze’ün felsefesinin temel emeli yeninin ortaya çıkış sürecini teorik olarak açıklamaktır. Bu doğru tespitten sonra Zizek, Deleuze’ün felsefesini Deleuze I ve Deleuze II diye ikiye ayırıyor. Deleuze I, Deleuze’ün Guattari’yle birlikte yazdığı Anti-Oedipus: Kapitalizm ve Şizofreni adlı kitaba kadar olan dönemi kapsarken, Deleuze II, Deleuze’un Guattari’yle işbirliği içerisinde kaleme aldığı kitapları kapsıyor. Gilles Deleuze ve Felix Guattari iki ciltlik Kapitalizm ve Şizofreni: Anti-Oedipus adlı kitaplarında Marx-Nietzsche-Freud üçgeni içerisinde değerlendirdikleri geç kapitalizmin kendine karşı güçleri hem üretip hem de yok ettiğini yazacaklardır yetmişlerin sonlarına doğru. Her ne kadar şizofreninin sadece kapitalizmin bir ürünü olduğuna katılmasam da Deleuze ve Guattari’nin kapitalizmin ürettiği anormallikleri bastırarak canına can kattığını ve radikal anormalleşmeye götüren bir üretim-tüketim-ilişkileri-kısır-döngüsüne dayandığını itiraf etmek durumunda hissediyorum kendimi.
Zizek, Deleuze’ün felsefesine siyasi bir bağlam oluşturmak maksadıyla kendi özgün felsefesini Guattari’nin politik anti-psikiyatri söyleminin süzgecinden geçirmek suretiyle kolaycılığa kaçtığını iddia ediyor. Zizek, Deleuze’ün felsefeyi siyasileştirme çabasına denk gelen bu ikinci dönemi bir talihsizlik olarak nitelendiriyor ve Deleuze’ün Hegel’ci diyalektiği aşma çabalarının başarısızlığa mahkûm oluşunun göstergesi olarak lânse ediyor. Zizek’e göre Deleuze hem Hegel’ci diyalektiğin ötesine geçemiyor, hem de Hegel’i olduğundan farklı gösterip çarpıtıyor. İşte bu noktada “farklılığın filozofu” olarak bilinen Deleuze’un sanat ve yaratıcılık üzerine kestiği ahkâmları inceleyecek olursak Zizek’in ne demek istediğini daha iyi kavrayabilecek zemini yaratmış oluruz sanırım kendimize.
Deleuze için sanat yaratıcılığın en radikal biçiminin yaşandığı bir uzam, değişim sürecinin en uçta yaşandığı bir etkinlik, sanatçı ise statükoya düşünsel dinamizmiyle direnen, kendi varoluş alanını kendisi yaratmak zorunda olan radikal bir varlıktır. Bu tablo iyi ve insanlık için faydalı bir şey olmaktan öte, önüne geçilmesi hemen hemen imkânsız evrimsel bir sürecin de yansımasıdır.
Denebilir ki sanat iyinin ve kötünün ötesinde olan bir şeydir. Bu da demek oluyor ki klasik veya daha genel bir tabirle geçmişe ait sanat yapıtlarının bugünün koşullarına bakılarak, bugünün algılama biçimiyle değerlendirilmesi ve bunun neticesinde de iyi veya kötü diye nitelendirilmesi bir anlam ifade etmekten yoksundur, ve zaten böyle bir nitelendirme çabası gereksizdir. O yapıt, o günün koşullarında, o çağın düşüncesiyle anlamsal olarak şekillenmiş ve içerik kazanarak, bu içeriğe uygun bir biçimle insanlığa sunulmuş bir yapıt olarak ele alınmalı ve ondan mümkün mertebe yararlanılmalıdır; onu ait olmadığı bir çağda kötü veya iyi diye yargılamak ona yapılmış bir hakarettir. Gerek geçmişle alay eden, gerekse geçmişi ironik bir şekilde yücelten, geçmişte kullanılan dilin yapısını bozan, hem biçimsel, hem de içeriksel olarak yeni tarzlar deneyen, içerik-biçim ilişkisine yeni boyutlar katan, kısacası anlam aktarımında kullanılan araç gereci ve teknikleri değiştirmek suretiyle anlam kavramına da yeni anlamlar katan, değişen ve değişmekte olan insanların bu değişime paralel olarak değişen beklentilerini deneme yanılma yöntemiyle karşılamaya yönelik, kendinden emin, deneysel eserler üretilmektedir. Bu eserler bizi içinde bulunduğumuz mevcut-duruma hapsolmuşluktan kurtarmakta işe yarayabilir. Durum dışında düşünce üretip duruma dıştan müdahale etmek, ona içindekileri tersyüz ederek dışa dönmesini sağlayacak şekilde yaklaşmakla mümkün kılınabilir. Kendimizi kaybedene kadar kendimizden kaçmaya değil, bilâkis bu durumun olanaksızlıklarını birer olanak haline getirip değerlendirmek arzusuna meyletmeliyiz bence. İmkânsızlıklar elimizdeki imkânlardır, dolayısıyla da eldekini en iyi şekilde değerlendirmek bir sorumluluktur. Zira eskiden var oluşun bir anlamı olmadığı düşüncesi kendi içinde bir anlam ifade ediyor ve sanatçılar da anlamsızlığın bu anlamını değişik şekillerde yeniden yaratmaya ve aktarmaya çalışıyordu. Belli ki artık tıpkı var oluşun bir anlamı olmamasının anlamı gibi, duygu ve düşünce arasındaki ayrım da ortadan kalkmıştır. Çağımızda bilimden bağımsız olarak düşünülemeyecek sanat, bilimdeki gelişmelerle beraber hem teknik hem de içerik olarak elbette ki değişime uğrayacaktır. Bilim sanatı, sanat da bilimi değiştirir; neticede ikisi de temelde hayal gücüne dayanır. Belki bir çerçevesi vardır sanatın ama bu çerçeve tıpkı hayatın çerçevesi gibi şeffaftır ve sınırlayıcı bir çerçeve değildir. Zaten gerçek bir sanat yapıtı işte o çerçevenin görünmezliğinin bile ötesine geçmeyi başarabilendir; yani yaşamın görünen yanlarının ötesine... Onu çevreleyen şeffaf çerçevenin ötesine taşıdığı anlamla, hayatın her alanına yayılır sanat ve bu yüzyıllardır böyle süregelmiştir. Sanatsal yaratıcılığın amacı, çelişkilerle dolu insanın yapısını bozup, insanın dinamik özünü oluşturan sürekli değişim arzusuyla, bu arzuya direnen korku temelli güdünün aşılması ve ana hapsolmuş anlamın, uyumun ve bütünlüğün yakalanıp ölümsüzleştirilmesidir.

(c)cengizerdem, 2005.

Bilgi Perspektiftir: Nietzsche, Foucault ve Derrida


Bilgi Perspektiftir[1]

Ünlü Fransız düşünürü Michel Foucault’nun eserleri bizlere Modernizmin bazı yanlarının keskin ve köklü bir eleştirisini sunar. Modernizmin veya Modern diye tabir edilen bakış açısının tıkanma noktalarını saptayarak, “bilgi nedir?” sorusundan hareketle “aydınlanma nedir?” sorusuna yönelen ve bu soruyu What is Enlightenment? (Aydınlanma Nedir?) adlı yazısında yanıtlamaya girişen Foucault önce Kant’a alternatif ve sonra da “Geç-Modern” Habermas’ın karşı çıkacağı eleştirel fikirler üretir. Aydınlanma’yı eleştirel bir bakış açısıyla yorumlayarak yeniden anlamlandıran Foucault, daha sonra kendisini “genç-tutucu” diye nitelendiren ve modern bakış açısını kullanarak Modernizm karşıtı bir söylem geliştirdiğini öne sürerek eleştiren Habermas’a karşı, yeni algılanış biçiminin ışığında ele alınması gereken Aydınlanma ile Habermas’ın sözünü ettiği Modernizmin çakışan noktalarını desteklediğini belirtir. Habermas’la Foucault arasındaki bu tartışma(karşılıklı sorgulama) daha sonra Foucault’nun ortaya koyacağı yeni tarih anlaşıyla beslenecektir.
İşe “aklı” sorgulamakla başlayan Foucault, böylece Nietzsche’nin açtığı yolda insanın kendi kendisini sorgulamasını sağlayan ikinci filozof olmuştur. Kendine yönelik bir yıkıcı güdü gibi görünen bu düşünce biçimi aslında kendini tanımaya ve yeniden yaratmaya yönelik bir uğraştır. Bu konuda Foucault şöyle der:

Bence felsefenin ve eleştirel düşüncenin onsekizinci yüzyıldan beri merkezi
sorunu şu soru oldu, hala aynı sorudur ve gelecekte de aynı soru olacağını
umuyorum: Kullandığımız şu Akıl nedir? Bu aklın tarihsel etkileri nelerdir?
Kısıtlılıkları ve tehlikeleri nelerdir?[2]

1970’li yıllarda yazdığı kitaplarında Aklın kullanılış biçimine göre insanlığın lehine veya aleyhine işleyebileceğini iddia eden Foucault, Modern Aklı sınırlayıcı, tanımlayıcı ve kurallar koyucu bir tahakküm aracı olarak gösterir. İlk yazılarıyla bilginin doğası gereği perspektival olduğunu teorik olarak kanıtlamaya girişen Foucault’nun teorileri modernizmin aklı, bilgiyi ve gerçeği nesnelliğe ve evrenselliğe ulaşma araçları olarak görmesini eleştirerek, bunların iktidarın gücüne güç katmaktan ve tahakkümü meşrulaştırmaktan başka bir işe yaramadığını iddia eder. Her türlü totaliter düşünce biçimini farklılıkları yadsıyıcı birer olgu olarak tanımlayan Foucault, Aydınlanma’nın maske takmış gerçekler yaratan aklı savunan ve böylelikle de uzlaşmayı bir empoze ve tahakküm kurma nesnesine dönüştürerek bireyselliği ve farklılıkları kontrol altına alma eğiliminde olduğunu öne sürer.
Evrensellikten ziyade yerelliğe, karşılaştırmalardan ziyade kıyaslanamazlığa, bütünlükten ziyade parçalanmışlığa büyük bir değer atfeden Foucault, nesnellik maskesi takmış indirgemeci ve baskıcı teoriler olarak yorumlar modern teorileri. Bu noktadan hareketle, şekillendirilmiş birer özneye indirgenmiş olan bireylerin belirli bir özden veya belirli bir merkezden yoksun olduklarının altını çizen Foucault, öznenin özgürleşebilmesi için “yapay merkezlilikten” kurtulması, yani “merkezsizleştirilmesi” gerektiğine inanır.
Bu noktadan hareketle Foucault tarihsel süreci sorgulayıp özneyi merkezsileştirme yoluna gidilmesini önermiş ve böylece tarih anlayışının sorgulanmasına da bizzat iştirak ederek önayak olmuştur.
Foucault, “tarihi” art-zamanlı olmaktan ziyade eş-zamanlı bir dönüşüm süreci olarak yeniden tanımlarken, kişilerin olayları ve metinleri algılayış biçimlerine göre farklı yorumlayabileceklerini ve dolayısıyla da bir birkimin ürünü olan “bilgi”nin göreceli bir kavram olarak oluşum süreci göz önünde bulundurulduğunda “doğası gereği perspektival” olduğunun görüleceğini ortaya atar. Bu vesileyle aslında doğruluk arzettiği iddia edilen bilgilerin kesinlikten uzak oluşunu akılda tutarak birbirleriyle ilişki içinde ama birbirlerinden farklı etkileşimler neticesinde ortaya çıktıklarından hareketle bilgi diye adlandırılan bakış açısı yansımalarının birbirleriyle bağlantılı olmakla beraber birbirlerinden bağımsız oluşumlar olduklarını anlatmak ister. Bilgiyi bu şekilde tanımladıktan sonra insanlığın belleği diye tabir edebileceğimiz tarihsel sürecin gelişime dayanmayan ve rastlantıların etkileşim sürecinden ortaya çıkarak çizgiselliği(linear) aşan bir yapıya sahip olduğunu dile getirir. İşte bu noktada bilgi ve tarih arasındaki ilişkiyi tanıtlamak maksadıyla bu tür bir sorgulamaya girişitiğini anladığımız Foucault “tarih”i, bilgilerin birbirlerinden kopuk olarak eklemlendikleri bir alan veya süreç olarak yeniden tanımlar.
Kısaca tarih geleneksel olarak eskinin anıtlarını ezberlemeyle, onları
dökümanlara dönüştürmeyle ve sesi olmayan o izlere ses vermeyle uğraşırdı…;
zamanımızda tarih dökümanları anıtlara dönüştürmektedir…eskiden tarih insanlarca
bırakılmış izleri çözümlerken şimdi gruplandırılması gerelki bir yığın unsuru
bir plana göre yerleştirmekte, onları, birbiriyle ilintilendirmekte ve birlikte
bütünlükler sağlayabilecek bir şekilde onları yerlerine oturtmaktadır.[3]
İnsanlık bir çatışmadan öbür çatışmaya geçerek hukukun üstünlüğünün savaşın
yerine geçtiği bir evrensel karışıklığa verıncaya dek adım adım ilerlemez;
insanlık uyguladığı her şiddeti bir kurallar sitemine yerleştirir ve bir
tahakkümden öbürüne geçer.[4]

İşte yukarıda tanımlanan bu sürece dair bilgilerin üretim alanı olarak “tarih bilimi”nin de analizini mümkün kılarak tarih alanındaki bilgilerin gerçekliği yansıtmaktan uzak olduğunu savlayabilmemizi sağlayan Foucault böylece “gerçekliğe” ve gerçek kavramının içini dolduran öğelere öncellerinden farklı bir biçimde yaklaşarak Modernizm’den kopulduğunu ve içinde bulunduğumuz dönemin de bir kopuş dönemi olduğunu analiz eder.

Bizim mevcut kesintilerimizi on dokuzuncu yüzyılın tarihsel ve aşkın geleneği
içerisinde konumlandırmayı sürdürebileceğimize inananlar ile kendilerini bu
kavramsal çerçeveden ilk ve son olarak kurtarmak için büyük bir çaba sarf
edenler arasında bir ayrım çizgisi çekmek zorunlu değil mi?[5]

“Şimdi”yi geçmişten ve gelecekten bağımsız olarak ele almak suretiyle Kant’ın “Aydınlanma” tanımını yeniden anlamlandırmayı başaran Foucault, Kant’ın “Aydınlanma Nedir?” adlı metnini yeniden yorumlamak suretiylye “Aydınlanma”yı geleneksel algılanış biçiminden farklı bir biçimde anlamlandırarak ironik bir şekilde “aşkıncı” bir tavır olarak niteler. Böylece aydınlanmayı iktidarın karşısında yer alan muhalif bir tavır olarak ele alan Foucault, aklın iktidara hizmet etmekten ziyade iktidara karşı kullanılması gerektiğini ve işte ancak böylece aklın özgürleşip tahakkümün sınırlarını aşındırabileceğini öne sürer.[6]
Geleneksel anlamıyla Aydınlanma, “delilik, suç, ölüm, hastalık, cinsellik” gibi kavramların birer tahakküm aracı olarak ortaya çıkmasının sebebidir iddiasıyla insana “iktidar öldü” dedirtecek kadar ileri giden Foucault, modern iktidarı “bir çok kurumsal bölge ve pratikler boyunca yayılan bir yapıya sahip,sayısız noktadan hareketle icra edilen bağıntısal bir iktidar olarak tanımlar. Karakteri bakımından bir hayli belirlenmemiş durumdadır ve kazanılan, ele geçirilen ya da parçalanan bir şey değildir asla. İktidar’ın karşı çıkılabilecek bir kaynağı ya da merkezi olmadığı gibi, iktidarı elinde bulunduran özneler de yoktur; iktidar, öznelerin anonim oluklar ya da yan ürünler olarak rol oynadıkları arı bir yapısal faaliyet,”[7] olarak tanımlar.
Hem birer özneye indirgenmiş bireylerin şekillendirdiği, hem de bireyleri şekillendirip birer özneye çeviren işteş bir etkileşim alanı olarak karşımıza çıkan bu “iktidar” Foucault’ya göre “tahakkümün çok kapsamlı olmakla birlikte asla tamamen istikrarlı olmayan etkilerinin üretildiği çoğul ve akışkan güç bağıntıları alanı"[8]dır.
Derrida, Foucault’nun teorileriyle paralellik arzeden bir biçimde merkezsizleştirme nosyonu üzerinde durarak dilin ve Batı felsefesinin yapısını bozmuştur. Metinleri birer bilgi aktarım nesnesi olarak gören post-yapısalcı yaklaşımın önemli temsilcilerinden olan Derrida “there is nothing outside the text” ( metnin dışında hiçbir şey yoktur) diyerek metinlerde “gerçek”le ilişkisi bulunan bir gösteren olmadığını, dolayısıyla tez-antitez-sentez kuramının, yani çelişkilere dayanan ve zıtlıkların birliği diye tabir edebileceğimiz, karşıtlıklardan ortaya çıkabilecek bir şey olan göstergenin varolması için “gereken” bir gösterilenin de olamayacağını öne sürer. Her göstergenin aynı zamanda bir gösteren olduğunu açığa çıkaran Derrida böylece anlamın sonsuz alternatifler yumağı şeklinde varolabileceğini ve dolayısıyla da gerçeğin sonsuz biçimlerde karşımıza çıkabileceğini ortaya koyar. “Metnin dışında hiçbir şey yoktur” demekle Derrida’nın kastettiği şudur: Yıllardır arkasında koştuğumuz bütün söylemler, ki bunlara büyük anlatılar diyoruz, birer metin şeklinde konulmuştur önümüze. Bu metinleri anlamlı kılan onların birbirleriyle olan ilişkileri ve birbirlerinden farklarıdır. Her metnin aynı zamanda hem bir gösterilen (signified) hem de bir gösteren (signifier) olduğunu öne süren Derrida, anlam, gerçek ve tarih kavramlarını işte bu post-yapısalcı perspektifle ele alır. Derrida’nın dilin işleyiş biçimi ve mutlak anlamın imkansızlığı hakkındaki teorileri sayesinde aklın ve tarihin sorgulanmasına Nietzsche’den sonra en önemli katkıyı koyan Foucault’nun Nietzsche’nin “bilgi perspektiftir” sözünden hareketle yarattığı “ratlantısal tarih ürünü merkezsiz iktidar” kavramını daha iyi anlarız. Gerek bireylerin, gerek kitlenin, gerekse iktidarın merkezsizleştiği bir dönemde “metnin dışında hiçbir şey yoktur” sözünün önemi Derrida’nın bu sözle yazarın iktidarını yazardan alıp metne vererek “her metin kendi kendisinden sorumludur” düşüncesine zemin hazırlamış olmasından ve metinden çıkabilecek olası anlamları çoğaltarak okuyucunun okuma eylemi esnasındaki etkinliğini arttırmış olmasından ileri gelir. Tıpkı Foucault’nun dışlanmışların dışarıdan çıkmasını teorik olarak mümkün kıldığı gibi...

[1] Michel Foucault, Nietzsche, Geneology, History, The Postmodern History Reader, ed. Keith Jenkins (London and New York: Routledge, 1997), 125-126
[2] Michel Foucault, What is Enlightenment?, The Foucault Reader ed. Paul Rainbow (New York: Pantheon, 1984), 249
[3] Michel Foucault, The Archeology of Knowledge (Londra: Routledge, 1994)
[4] Michel Foucault. Language, Counter-Memory, Practice, (alıntıyı çev. Mehmet Küçük)Ithaca: Cornell University Press, 1977), 151 Kellner, Douglas – Best, Steven, Postmodern Teori, çev.: Mehmet Küçük (İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 1998)
[5] Foucault, 210
[6] Foucault, What is Enlightenment?, 101
[7] Kellner, Douglas – Best, Steven, Postmodern Teori, çev.: Mehmet Küçük, (İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 1998), 72
[8] Michel Foucault, Cinselliğin Tarihi, çev.: H. Tufan. (İstanbul: Afa Yayınları, 1993), 102
(c) cengizerdem, 2000.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...