Saturday, April 18, 2009

Sadede Gelmenin Yolları

Cengiz Erdem 28 Mayıs 2008 (Afrika Gazetesi)

Sevk ve idare mekanizmamızın karanlık yönünü yakından tanıyan ve yazılarımızı dikkatle takip eden okuyucularımızın gayet iyi bileceği üzere devletin kötü yönetilmesinin insanların sinirlerinin bozulmasında oynadığı önemli role daha önce pek çok yazımızda değinmiştik. Lâkin değişen ülke koşulları gereği bu konuyu bir kez daha, fakat bu kez farklı bir biçimde yeniden ele almakta fayda gördük. Zira bizim durduğumuz yerden bakılınca görülen odur ki devletimiz artık bırakın kötü yönetilmeyi, yönetilmiyor bile. Yani bir sevk ve idare mekanizması olarak devletin yönetici kadrolarını işgal edenlerin bizzat kendileri yönetme işini bir tarafa bırakmış, yönetilmeyi marifet beller hale gelmiş ve hatta bununla da kalmayıp lâf ebeliğiyle gün geçirmekten başka bir iş yapmamayı seçmişlerdir seçildikleri günden beridir. Meselâ zannımızca şu diyalog pek manidardır yurdumuzun içinde bulunduğu kaygı verici ve bir o kadar da düşündürücü, hatta tabiri caizse akıllara durgunluk verici durumu gözler önüne sermesi bakımından:
Merhaba efendim.
Merhaba, merhaba... Lâkin fazla uzatma, sadede gel. Son durum nedir?
Onyedi öğretim görevlisini, iki, altı ve dokuzluk gruplar halinde ve üç seferde işten attık efendim. Gerekçe olaraksa yaptıkları grevi “izinsiz olarak işe gelmeme vakası” olarak lânse ettik.
Pek iyi etmişsiniz ama bence bu sayı son derece yetersiz; mümkünse hepsini işten atın; böylelikle üniversitelerin kapatılmasını sağlayın, suçu da her zaman olduğu gibi gene öğretim elemanlarına atın. Öğretmenlerin grevi ne oldu peki?
Grev sürüyor efendim. Eğitim kurumları felç olmuş vaziyette; veliler endişeli, öğrencilerin sinirleri ise son derece bozuk.
Güzel. Peki tüm diyalog kapılarını sonuna kadar kapadınız mı?
Kapadık efendim. Sendikanın bizimle diyalog kurmasını imkânsız hale getirdik. İnadımız keçi inadı...
Harika. Grevin bir ay daha sürmesi ve böylelikle de sınavların iptal edilip eğitim sisteminin tamamen felç olması, bu vesileyle de işte geleceğin karartılması için ortada gaspedilen bir hak olmadığını söyleyip herkesi sinir edin. Biliyorsunuz sinirli insan doğru düşünemez ve hata yapar.
Hakların gaspedilmediğini, daha doğrusu ortada gasp edilen bir hak olmadığını zaten söyledik, söylüyoruz ve söylemeye de devam edeceğiz efendim.
Pek yerinde. Peki ya askerlik yasası ne oldu?
O konuda hiçbir endişeniz olmasın efendim. Asker sivil el ele öyle bir yasa hazırladık ki yurtdışında yaşayan yurttaşlarımızın adaya dönmesini imkânsız hale getirdik. Ölene kadar askerlik yapmak zaruretini doğurduk. Ayrıca sivillerin askeri mahkmede yargılanabilmesinin önünü daha da açtık. Vatandaşı yapay suçlarla itham edip askeri mahkemelerde süründürmeyi plânlıyoruz. Sistematik bir biçimde yoklama kaçağı durumuna düşürdüklerimizin cezalarını da enflâsyona paralel olarak arttırdık. Vatandaşlarımız adaya ayak basar basmaz asgari ücretin dörtte biri kadar ayakbastı parası topluyoruz. Vicdani, akli, felsefi, fiziki, ruhi, yani işte her tülü reddin de önünü tıkadık. Askerliği reddeden olursa hücreye tıkıp ölüme terkedeceğiz. Kısacası siyasetimize ve birbiriyle çelişen maddeler ihtiva eden yasalarımıza karşı olanları askere havale ettik de denebilir sanırız. Tabii biliyorsunuz bunu söyleyenleri allah acısa da asker acımaz. Yani her şey tıkırında...
Muhteşem. Kıbrıs sorunu nasıl gidiyor?
Öyle bir sorun yok efendim. Rum tarafı ve AB, askerin adadan çekilmesini istiyor o kadar.
Hımm, demek öyle? O halde asker sayısını seksen bine çıkarın. Hem böylece adadaki asker sayısıyla Kıbrıslı Türk sayısı da eşitlenmiş olur, kişi başına bir asker düşer.
Düşer efendim. Bu arada unutmadan hemen belirtelim, toprak da istiyorlarmış ama onlara bunun sorun olmadığını, gerekirse kendilerine kamyonlarla toprak verebileceğimizi söyledik.
İyi etmişsiniz. Saçmalığa daha büyük bir saçmalıkla karşılık vermek pek yerinde bir davranış olmuş. Bu arada Rum mallarını yağmalamayı ve memleketi ona buna peşkeş çekmeyi de sürdürün. Rum mallarının üstüne bal döküp yalamayı ise ihmâl etmeyin. Gündemimizde daha başka neler var?
Eem, hah, geriye kalan Kıbrıslı Türkler’in adayı bir an önce terketmesi için gerekli koşulları yaratmakla meşgulüz şimdi.
Evet, evet, yes be annem! Barra be annem. Mümkünse Kıbrıslı Türk olarak sadece CTP parti meclisi üyeleri kalsın bu kaymak adada.
Haklısınız efendim; CTP parti meclisi üyleri yeter de artar bile KKTC’yi sonsuza dek yaşatmaya.
Fazla bile gelir hatta. Herneyse, dediğim gibi, Kıbrıslı Tükler’in yokoluş sürecini daha da hızlandırın. Otel, kerhane, kumarhane yapın, sağa sola beton yığın, dağlardaki ağaçları sökün, yerlerine bayrak dikin. Ormanları yakın, yerlerine taşlar koyup kırmızı beyaza boyayın, boyadığınız bu taşları ışıklandırın, Rum’u rencide ve sinir edin. Karpaz eşeklerinin neslinin tükenmesi yolunda bölgeye silah sevkiyatı yapın. Kıbrıs sorununun çözümünü mümkün mertebe zorlaştırın. Görüşmelerde neler olup bittiğini ise halktan gizleyin. Çözümsüzlük için Rum’u ve dünyayı suçlayın. AB yasalarının yanı sıra kendi yasalarımızı da hiçe sayın, anayasayı çiğneyin, kimseye çaktırmadan geviş getirin. Adaleti ayaklar altına alın ve bununla yetinmeyip onu ezim ezim edin. KKTC’yi sonsuza dek yaşatmak için ne gerekiyorsa yapın işte, bunları söylemem gerekmesin artık size...
Bugün pek histeriksiniz efendim.
Öyleyim evelallah, lâkin kes sesini, konuşma... Şimdi git askerin önünde el pençe divan eğil, anavatana şükran çek, KKTC’yi sonsuza dek yaşat, üstüne bir de otuzbir çek, vebugibi...
Yaşatayım efendim, çekeyim efendim. Ama sanırım önce diriltmem gerekecek söz konusu hilkat garibesini.
Saçma sapan konuşacağına insanımızın yokoluş sürecini daha da hızlandır. Durma, bas gaza... Bunu yaparken de “farklılıklarımıza rağmen birlikte yaşamayı öğrenmeliyiz” söylemini ağzında sakız et. Tekrar geviş getir, gerekirse bu dünyayı dize getir.
Size çay da getireyim mi efendim?
Çay da getir bana; ama tavşan kanı değil, Kıbrıslı Türk kanı olsun, hem de ince belli cam bardakta; yanına bir de simit koymayı ise sakın unutma...
Peki ya tasma?
Ma daha durun be, hade barra, barra be barraa, varraa, zorraa, lôrra da gorraa!
Son derece kutsal lâflar ettiniz, dolayısıyla da işte veledallin amin, ey ulular ulusu ve de hangi vesileyle olursa olsun kadimliğinin boyutlarını dillendirmeyi anlamsız kılacak derecede kadim olduğunu düşündüğümüz pek muhterem efendimiz!

Ölüm Dürtüsünün Ötesinde

Cengiz Erdem
Tarih: 20 Haziran 2008 Cuma (Afrika Gazetesi)

İnsan ruhunun karanlık yönünü yakından tanıyan okuyucularımızın gayet iyi bileceği üzere insan denen mahlûk, yasanın negatif gücüne karşı sevgiyi üretebildiği oranda edilgen bir hiç olmaktan kurtulup etkin bir varlığa dönüşür. Artık hepimizin bildiği gibi yasanın negatif dayatmalarının ölüm dürtüsüne sebebiyet verip insanı ölmeyi arzular hale getirmesi kuvvetle muhtemeldir. Yasa ve ihlâlin hastalıklı kısır döngüsünü kırmak için gerekense bilinçdışı dürtüleri bilinçli arzulama biçimlerine dönüştürmektir. Zira yasanın ötesindeki sevgi alanının açılması akıldışı yasalara şiddetli ve/fakat akılcı bir müdahaleyi gerektirir. Eğer “öldürecek ve öleceksin” diye buyuran bir yasa söz konusuysa, ölmekten ve öldürmekten nefret eden okuyucularımızn takdir edeceği üzere öldürülmesi gereken şey söz konusu yasanın kendisinden başka bir şey olamaz. Bilinçli seçim yapabilecek insanların ortaya çıkabilmesi için önce bilinçsizliği besleyen etkenlerin tamamen ortadan kaldırılması, sonra da bilinçli seçimlere dayalı yeni değerlerin yaratılması zaruridir. Muazzam bir yıkıcılık aracılığıyla mantıktan yoksun yasaların kışkırttığı dürtülerin kısır-döngüsel hareketi bozguna uğratılmalı ve sevgiden güç alan yeni bir yaratma dönemi yıkım neticesinde ortaya çıkacak hiçliği yeni bir varlığa dönüştürmelidir. Evet, sevgiden güç alan bir dünyanın kurulmasının yolu doğru hedefe yönlendirilmiş nefretten geçer. Bu da demektir ki ölüm dürtüsü son aşamasına kadar götürülmelidir ki tersine dönüşüp yaşama hizmet eder hale gelsin. Bu bağlamda Nietzsche’nin Böyle Buyurdu Zerdüşt adlı kitabında ortaya koyduğu, “nihilizme karşı en etkili silah gene nihilizmdir” düşüncesi son derece mânidardır. Ama belirtilmelidir ki burada Nietzsche iki farklı nihilizmden söz etmektedir: Bunların birincisi reaktif, ikincisi ise aktif nihilizmdir. (Aktif güçler ve reaktif güçler arasındaki ilişkinin ayrıntıları için Beni Bu Dışarıdan Çıkarın adlı kitabımın 101 ve 102’nci sayfalarına bakınız). Herneyse, Nietzsche’ye göre üstinsana ulaşabilmek için insanın nihilizmin doruğuna çıkması ve kendini yok etmesi gerekiyordu. İnsanın bu sembolik intiharını ise üstinsan formundaki sembolik yeniden doğuşu izleyecekti. Şiddete sıcak bakmayan okuyucularımız için konuyu açacak olursak ise şunu söyleyebiliriz: Gerçekten yeni bir şey yaratmak için önce mevcut olan her şeyi tamamen yıkmalısınız. Bu yıkım işleminin şiddet ihtiva etmemesi ise namümkündür. Reformizmin en büyük hatası değiştirmeye yeltendiği sistem ve yapıların temel ilkelerini ve değer yargılarını muhafaza etmeye meyilli oluşudur. Reformizmin temelinde yatan ikiyüzlülüğü teşhir etmeye ise bilmiyoruz gerek var mı. Ve işte böylece geldik tüm bunların psikotik geri çekilme vakalarıyla alâkasına. Yasanın dayatmaları sonucu içsel hayalleriyle sembolik dış gerçeklik arasında bir bölünme yaşayan özne tüm yatırımını dış dünyadan çektiğinde zuhur eden ruhsal bir durumdur psikoz. Dış gerçekliğin kendi içinde bölünmüş olduğunu kavrayabilmesi için öznenin içsel hayallerine yönelip dış gerçekliği tamamen yadsıması veya tabiri caizse sembolik dış gerçekliğin kurmaca bir bütünlükten başka bir şey olmadığını görmesi gerekir. Yasanın mutlak olmadığını kavrayan özne kendi içsel hayallerini dış gerçekliğe empoze edip yasaya müdahale ettiği oranda bilinçli bir insan olur. Yani bilinçli bir insan olabilmek için öncelikle bilinçdışının malum dehlizlerinde kendini kaybetmesi, sonra da yeniden yaratması gerekir insanın. Çünkü eğer bu kendini kaybedişi yeni bir düzenin inşası izlemzse psikoz ilerler ve kişi ölüme yenik düşer. İnsanın sadece kendisinin görebildiği bir hakikati diğer insanların da görmesini sağlamaksa sağduyu denilen illetle arasına bir mesafe koymakla kalmayıp ayrıca yeni bir gösterge sistemi, yani yeni bir dil yaratmasını da gerektirir. Zira belli ki yeni değerler eleştirel insanla mevcut düzen arasındaki boşluktan hiç beklenmedik biçimlerde fışkıracaktır. Belki de bazen bir süreliğine hiçbir şey yapmamak yapılabilecek en iyi şeydir. Meselâ mevcut düzeni korkunç bir canavar olarak tahayyül ediniz, ve düşününüz, eğer mevcut düzen içinize korkunç bir canavar formunda işlemişse ve siz dünyayı iyi yönde değiştirmeye çalışıyorsanız, ne yaparsanız yapın yaptıklarınız dünyayı kötü yönde değiştirmeye hizmet eden eylemler olacaktır. Çünkü korkunç canavarlar iyilik yapmaya muktedir olmaktan ziyade kötülük yapmaya meyilli ve hatta buna mahkûm varlıklardır, ki zaten kendilerine bu yüzden korkunç canavarlar denmiştir. Yani kısacası kendimizi dünyayı iyi yönde değiştirmek yolunda iyilik melekliği yaptığını zanneden, lâkin işte aslında mevcut düzene hizmet etmek suretiyle dünyaya kötülük yapmakta olan korkunç birer canavar olarak görebilmeliyiz ki bu dünyaya en büyük iyiliği neden ancak hiçbir şey yapmamakla yapabileceğimizi daha iyi idrak edebilelim.

Durumun Geldiği Nokta: Şiddete Açılan Kapı

Cengiz Erdem
Tarih: 25 Haziran 2008 Çarşamba (Afrika Gazetesi)

Yaklaşık beş yıl önce Kuzey Kıbrıs’ta gerek toplumun, gerekse de devletin köklü bir yapısal değişimi için gerekli koşullar mevcuttu. O dönemde çeşitli kesimlerin desteğiyle başa gelen CTP ve Talat, toplumun anti-statükocu dinamizmini değişimin dinamosu olarak kullanmak yerine Türkiye Cumhuriyeti ve Türk ordusuyla ilişkileri pekiştirmek yoluna gitti. Böylelikle kendi insanına akıl almaz bir ihanette bulunan CTP ve Talat, değişimden ziyade aynı kalışın, hatta daha da kötüye gidişin baş aktörleri oldu. Oysa CTP ve Talat ilk iş olarak Anayasa’nın Geçici 10. Maddesini kaldırmalı ve hemen akabinde de Türkiye Cumhuriyeti’nin sivil ve askeri otoritelerine şunu söylemeliydi: “Bakınız, burada kendini Avrupa Birliği’ne ait hisseden ve sivilleşmek isteyen bir halk vardır, oysa siz henüz kendi içinizde bile ne sivilleşebildiniz, ne de demokratikleşebildiniz. Sizin bir tarafınız asker, diğer tarafınız dindar; biz artık sizinle muhatap olmak istemiyoruz, dolayısıyla da askerinizi çekiniz ve içişlerimize karışmayınız.” Ama bunu söylemek yerine Türkiye Cumhuriyeti’nin askeri ve sivil kadroları önünde el pençe divan eğilip bol miktarda şükran çekmeyi marifet bellediler. Bugün geldiğimiz noktada CTP ve Talat’ın devlete aşırı personel alımı neticesinde ortaya çıkan ekonomik açığı giderebilmek için Türkiye’den para almak yoluna gitmesi ve bu yolda anti-demokrasi ve militarizm tüten söylemlere kayması Kıbrıslı Türkler arasında infiâle sebep olmaktadır. Ancak bilinmelidir ki eğer devleti idare edenler vatandaşların sözlerini kaale almaz ve kendi insanına ihaneti bir yaşam biçimi haline getirirse akıbetleri hiç de iyi olmaz. Eğer devlet sağlıklı iletişimin yollarını tıkarsa vatandaşın sağlıksız iletişim yöntemlerine baş vurmasının yolunu açar. Meselâ sendikal hakkı ortadan kaldırırsanız mağdur kesimler yasal yolları bir tarafa bırakıp şiddete baş vurmaya sıcak bakar. Veya meselâ yasalar mantıklı ve tutarlı olmaktan uzaksa ve üstelik de başına buyruk kişiler tarafından hiçbir gelecek kaygısı güdülmeden, keyfi bir biçimde yeni yasalar yapılırsa, yasalar ve adalet arasında bir uçurum oluşur. Böylece yasalar adalet sağlamaktan ziyade adaletsizliğe hizmet eder hale gelir. Vatandaş adaletin olmadığına ve yasaların kendilerini korumadığına kâni olursa tek çıkış yolu olarak şiddeti görür. Yani sevgili idari kadro, elinizi ayağınızı denk almazsanız o ellerin ve ayakların kırılması kuvvetle muhtemel hallere gelir, ki nitekim gelmektedir de işte zaten. Özetleyecek olursak CTP ve Talat, halkın değişim arzusunun önüne set çekti ve kendine karşı dönen bu değişim arzusu gün geçtikçe bilinçli bir arzu olmaktan çıkıp bilinçdışı bir dürtüler toplamına dönüştü diyebiliriz. Nefret, haset, saldırganlık gibi duygulanımların genel adı olan bilinçdışı dürtülerin hakimiyeti altındaki kitlenin iletişim için kullanmaya muktedir olduğu tek yol ise şiddettir, ve öyle durumlar vardır ki şiddet kullanımının son derece yerinde bir davranış olduğunu dile getirmeyi gerektirir (mudilerin meclis baskınını hatırlayınız). Herneyse, tarih bize göstermiştir ki eğer halkın değişim arzusunu devlet eliyle ölüm dürtüsüne dönüştürürseniz bundan ilk nasibi alan siz olursunuz. Çünkü bilinmektedir ki değişmekte olan yapıları aynı tutmak değişime katkı koymaktan çok daha fazla enerji ve maddi kaynak gerektirir. Unutmayınız ki değişmekte olan bir toplumsal ve siyasi yapıyı zorla aynı tutmaya çalışırsanız bu size çok pahalıya patlar, ki nitekim işte patlamaktadır da zaten. Nefreti hem besleyen, hem de nefretle beslenen mevcut sevk ve idare mekanizmasındaki çarpıklıklardan kaynaklanan yasa ve ihlâlin hastalıklı kısır döngüsünü kırmak suretiyle mevcut durumun ötesindeki sevgi alanını açabilmek için katedilmesi gereken yolsa ancak akıldışı yasalara akılcı müdahalelerle aşılabilir. Aksi takdirde yasalar ve adalet arasındaki uçurum büyüdükçe büyür, adeta bir boşluk halini alır ve bir kara delik misâli hepimizi yutarak hiçliğe mahkûm eder.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...