Friday, May 1, 2009

'The Science Of Ghosts' - Derrida In 'Ghost Dance'



Slavoj Zizek - Video on The Violence of Language

The Essential Marcuse

From Memory to Fiction through History with José Saramago

An Evening with Orhan Pamuk

Antonio Damasio - Brain and Mind: from medicine to society

Slavoj Žižek - Maybe We Just Need a Different Chicken

Amsterdam'da Aşk ve Ölüm


11 Eylül
Deniz seviyesinin bile altındaki bu şehir yazan, çizen, üreten, çalan, çırpan insanlarla doluydu. Bense ölmekten başka yapacak bir şey kalmadığından emindim. Ne var ki bu bilgi o kadar acıydı ki bir türlü çiğneyip, sindirip, sıçamıyordum kendisini. Yani işte adeta geviş getirir olmuştum kendi kendimi öldürmek düşüncesini. Lakin elbette ki bir sebebi vardı bunun, yani benim intihar fikrine sıcak bakmakla birlikte sıcak baktığım bu fikri hayata geçirmek hususunda yaşadığım felç halinin. Nedendir bilinmez, bu yıllardır böyle sürüp gidiyordu. Ben hep bir takım şeylerin fikirlerine sıcak bakıyordum, ama her ne hikmetse iş bu fikirleri hayata geçirmeye gelince söz konusu eylemle arama derecelerle ölçülemeyecek, soğuk kelimesinin tanımlamakta yetersiz kalacağı bir soğukluk giriyordu. Bu muazzam soğukluk varlığımın o kadar derinlerine nüfuz edegelmişti ki, neredeyse kan damarlarımda donup akmaz olacak ve ben fikri hayata geçirmesem de fikir, yani intihiar fikri kendi kendini benim hayatıma geçirip beni yavaş bir ölümün kölesi kılacaktı, ki sevgili okur, nitekim işte kılmıştı ve kılmaya da devam ediyordu zaten.
Peki ama neydi beni bu biçare hale düşüren? Parasızlık mı? Parasız olduğum doğruydu. O kadar ki son üç gündür sadece patates yemiştim. Yalnızlık mı? Yalnız olduğum da doğruydu, zira insanlarla ilişkilerim maddi alışverişlerde gereken diyaloglardan öteye gitmiyordu. Tamamen yalnız olmakla beraber kendimden de bir o kadar uzaktım. Yani bizzat ben kendim bile dışımdaydım kendimin, kendimin ki bir hiçliğin dünyamıza yansımasıyla zuhur eden bir yanılsamadan başka bir şey değildi kanaatimce gelinen noktada.
Amsterdam’ın havasından, suyundan, enleminden, boylamından olabilir mi acaba bu melankolik ruh hali? Van Gogh da bu diyarlarda kesmişti kulağını. Yeri gelmişken hemen belirteyim, dört metrekarelik odamı barındıran bu evin hemen yanındaki duvarda Van Gogh’un afişi var. Yarısını yırtmışlar, kimisi başına saç yapmış, kimisi gözüne gözlük takmış, Van Gogh öyle bakıyor kendi çizdiği portreden, aklında iki soru: “Mezarımda bile huzur bulamayacak mıyım ben? Nedir benim çektiğim ressamlığım yüzünden bu insanlık bozuntusu Amsterdam halkından?” Yeri gelmişken söyleyelim, afişin sebebi geçtiğimiz haftanın Van Gogh haftası olması. Van Gogh haftaya damgasını vuramasa da kendi portresini Amsterdam’ın duvarlarında görmek nedense terapötik bir etki yarattı bende. Kim bilir, belki de Van Gogh’un da buralarda yaşadığını bu sefer farklı bir biçimde anımsayarak ona duyduğum empati özdeşleşmeye dönüştü. Elbette ki bu özdeşleşme kulak kesme noktasına varmayacak bende, bilakis Van Gogh bunu daha önce yapmış olduğu ve ben bunu ilk duyduğumda irkilmiş bulunduğum için her ne olursa olsun kulak kesmenin doğru olmayacağını halizhazırda biliyorum. Van Gogh kulak kesme eylemini hayata geçirerek akıl-içi ve akıl-dışı arasındaki sınırı çizmiş oluyor böylece. Tabii eğer bu ikisi zaten iç içedir diyorsanız durmayın, buyurun kesin kulaklarınızı ta en diplerinden.

Ekim

Hayatın zorluklarıyla mücadelede yeni bir döneme girildi. Öyle bir dönem ki bu Boris bile şaşıyor bu dönemin hayatımızda sağladığı açılımlar karşısında. Boris ev arkadaşım. Kendisinin tımarhaneden yeni çıkmış ve sosyal hayat karşısında ne yapacağını bilemez bir hali var. Bu arada aramıza adını henüz bilmediğim bir bayan katıldı. Patron Boris’in odasının yanındaki odayı verdi kıza. Bu ikisi en üst katta, yani üç-buçukuncu katta kapı komşuluğu yapıyor şimdi. Pek komşuluk denemez aslında buna, zira birbirlerini görmemek için sadece ötekinin evde olmadığı zamanlarda çıkıyorlar odalarından. Benim kapı komşumsa Fransa’da şimdi. Tatile gitti sevgilisiyle. Onun da adını bilmiyorum; tek bildiğim bütçesine ek gelir sağlamak için arada sırada, kaliteli müşteri bulduğu zaman işte, fahişelik yapması. Takdirle karşılıyorum kendisini. Sessiz ve derinden yürütüyor işini. Pencere fahişeliği yapmak yerine bir fabrikada iş bulmuş kendine. Ne idüğü belirsiz turistlerle yatıp kalkmamak için iş arkadaşlarına veriyor para karşılığında. Yalnızlar diyarı Amsterdam’da seks yapmak suretiyle cinsel ihtiyaç gidermek o kadar kolay ki sevgili okur, insan istese de sürekli bir sevgili sahibi olamıyor. Herkes hep yalnız ve/fakat herkes sürekli sevişiyor. Bu derece yaman bir çelişki ise sen de takdir edersin ki insanın akıl sağlığını derinden etkiliyor, kalpte çarpıntıya sebep oluyor. Olmuyor yani sevgili okur, Amsterdam’da ilişki yürümüyor. Belki de bu yüzden sürekli değişiyor deniz seviyesinin altındaki bu şehrin sakinleri. Gelen bir-iki seneden sonra varoşlara göç ediyor. Tabii burada varoş derken Hollanda’nın kırsal kesimini kastettğimi akılda tutmakta fayda var. Zira Hollanda zaten büyük bir şehir gibi adeta. Yer yer köyleşiyor gerçi ama ortaçağdan kalma köyleri andıran yerleşim birimlerinden arabayla on dakika uzaklıkta irili ufaklı modern yapılar çıkabiliyor insanın karşısına. Ülke deniz seviyesinin altında olduğu için mimari çok gelişmiş, inanılmaz boyutlara ulaşmış hatta. O kadar ki denizin içine kasabalar kurulur, şehirlerdeki eski binaların çürüyen temelleri binaları yıkmadan yenilenebilir olmuş. Bizim evimiz ise son derece eski. Temellerin ne durumda olduğunu tam olarak kestiremiyorum tabii, ama binanın en geç beş yıl içerisinde temellere kadar inen bir tadilattan geçirilmesi gerektiği su götürmez bir gerçek formunda zuhur ediyor her gün, onu biliyorum. Buna rağmen bu binada yaşıyorum. Geleceğin getireceklerine sonuna kadar açığım anlamına mı geliyor bu? Yoksa kaderime boyun mu eğiyorum yıkılmaya yüz tutmuş bu binada yaşamakla? Ne internet var, ne de televizyon. Cep telefonu var ama onun da kontörü yok. Aramak istiyorum herkesi, arayamıyorum kimseyi... Herkes beni kötü sanıyor. İyi olduğum söylenemez tabii ama tüm kötülüğün kaynağı olmadığım da bir gerçek. Organizma biçim değiştirir ya hayatta kalabilmek için, ben de işte öyle biçim olmasa da kişilik değiştirmek durumunda hissediyordum kendimi hayatta kalabilmek için.

Bir Kasım Pazarı

Son üç gündür sadece kuru ekmek yedim. Hatta üçüncü güne gelindiğinde ekmekler küflenmişti, küflerini ayıklayıp yedim. O derece nahoş bir durumdayım yani. Şikayetçi değilim fakat halimden. “Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi” sözünü içime sindirip bünyemden dışlayalı çok oldu. İnsanları affetmeyi öğrendiğimden beridir sıhhatin manasına daha bir aşina oldum sanki. Şimdi benim içinde yaşadığım bu tarihi ev yansa, üç günlük otel parasına uçak bileti alıp Kıbrıs’a mı dönerim, yoksa ucuz bir barınak bulana kadar 70 € geceliği bir otele mi sığınırım? Konumuzla alâkası yazı bittiğinde anlaşılacak şu cümleler bu soruyu yanıtlamamızı kolaylaştırır niteliktedir: “İçinde yaşadığım tarihi ev derken” sanmayın ki dev bir ortaçağ şatosunda yaşıyorum, bilâkis burada son derece eski, sağı solu dökülen, muslukları açılıp kapanmayan, ikinci dünya savaşından sonra tamir-tadilat yolunda el temasına pek maruz kalmamış, muslukları açılıp kapanmayan, soğuk-sıcak su ayarı bozuk, farelerin ve envai çeşit haşaratın fink attığı, kim bilir belki de eskiden fuhuş yuvası olarak kullanılan, Amsterdam’ın merkezindeki konumuyla haftanın yedi günü yirmi dört saat hiç durmaksızın insan, hayvan, obje seslerinin yankılandığı daracık bir sokakta konumlanmış bu ucube yapıdan söz ediyorum, ki bence aslında Türkçe’de öyle bir kullanım hata olarak nitelendirilecek olsa da “bu ucube yapıyı söz ediyor, sözden yapı, yapıdan söz yapıyorum,” vebugibi dense daha anlamlı olacaktır. Yaşadığım evin karikatürize edilmiş hali böyle bir şey işte. Küçük odamın zor açılıp kapanan, açılınca açık kalması için altına tahta konması gereken dev pencereleriyle cebelleşerek yatıyorum her akşam ve tabii cebelleşerek kalkıyorum her sabah bu evde ben.

İki Kasım

Yapacak pek bir şey kalmadığının kesinlik kazandığı noktada olduğum artık su götürmez bir gerçek halini almıştı. Gelinen nokta öyle bir noktaydı ki bu noktanın ne ilerisine, ne de gerisine gitmek mümkündü. İleriye ve geriye gitmenin imkansız hale geldiği bir durum söz konusuydu anlaşılan. Hareket etmek namümkündü evet, lâkin bu orada durmanın mümkün olduğu anlamına gelmemeliydi, ki nitekim gelmiyordu da zaten. rada durmak da, en az orayı terk etmek kadar imkansızdı. Belli ki imkânsızlıklarla çevriliydi öznenin varlığı, o kadar ki neredeyse bunu söylemeye bile gerek yoktu. Ama gerek olmadığı halde söylenmişti bu. Biri bu meçhul öznenin durağanlığa hapsolduğunu dillendirmek ihtiyacı duymuş ve bu ihtiyacı karşılamak yönünde eyleme girişerek söz konusu bariz hakikati dil vasıtasıyla kitleye aktarmıştı. Eğer böyle bir oluşa herhangi bir varoluş biçimini temsil yetkisi vermeye ve söz konusu özneye varlık sıfatını yakıştırmaya cüret, ona bu sıfatı layık görmeye teşebbüs edecek bir kendinibilmez çıkmasaydı her şey çok farklı olabilirdi, olacaktı da zaten, ama olmadı. Peki neden? Zira ben işte o kendinibilmez olarak bir anda ortaya çıktım ve imkânsızlıklarla çevrili, şimdiki zamana hapsolmuş, ne ileriye, ne de geriye gidebilen bu biçare düşmüş öznenin kendini içinde bulduğu duruma yazıyla müdahale ettim.

5 Kasım

Amsterdam’da her an siniri krizi veya cinnet geçiren birisini görebileceğiniz gibi, neşeden kuduran ve bu vesileyle çığlıklar veya kahkahalar atan birini görebilirsiniz.
Bu bence çok iyi bir şeydir zira insanın monoton hayatına renk getirir hiç beklnmedik bir anda sosyal normların tamamen dışında hareket eden birisini görmek. Sekiz saatlik çalışma sürecinde bu tür nahoş hadiselere hoş anlamlar kazanıyor sevgili okur. Can sıkıntısının ilacıdır anormal davranış sergileyenlerle muhatap olmak.

6 Kasım

Amsterdam’ı Kuzey soğukları bastı bir anda. Bu arada ben yoldan geçmekte olan temizlik aracının çıkardığı sesi rüzgâr sesi sanmak suretiyle Kuzey soğukları yerine Kuzey rüzgârları yazmak gafletine düşmek üzereydim ki söz konusu araç sinyal sesi çıkardı ve Kuzey soğukları yazmayı başardım son anda. Böylelikle sen de yazma işinin aslında ne kadar macera dolu bir uğraş olduğunu gördün sevgili okur. Eğer son anda soğuk yazmayıp rüzgâr yazsaydım sen de takdir edersin ki içine düştüğüm gafletin haddi hesabı olamayacak, delâlet sınır tanımayacaktı.
Bu arada yazıma da kendimle çelişkiye düşmek pahasına Soğuk Rüzgârlar adını vermeyi uygun buldum.
Bu kadar çabuk beklemiyordum aslında soğukları. Mesela çorap giymek farz oldu şimdi. Pencere açmak akıl kârı olmaktan çıktı çıkacak. Hafif hafif kışlıklara geçiliyor.
Ne kadar arzulardım biliyor musun sevgili okur seninle aynı mevsimi yaşıyor olmayı?
Nereden bileceksin, senin ayakların üşümüyor ki.
Ama tabii diğer yandan şu da var: Ben nereden bileceğim ki senin benimle aynı mevsimi yaşamak istediğini? Ben sıcaktan yanıp kavrulmuyorum ki.
Şimdilik son derece gereksiz, hakkında yazılmaya değmez konularla bezeli olmakla beraber sen de takdir edersin bu yazının en azından estetik açıdan ipe sapa gelir yanları mevcuttur sevgili okur.
Bir bakalım mesela ne söylendiğine?
Amsterdam soğur. Yazar odasında yazı yazmaktadır. Yoldan temizlik aracı geçer. Yazar temizlik aracının sesini rüzgâr sesi sanır. Tam rüzgâr yazacakken bu sesin rüzgâr sesi olmadığını anlar. Soğuk yazar.

26 Kasım

Gene göstericiler geçti sokaktan. Bu daracık sokaklar kim bilir nelere sahne olmaktadır şu anda. Benimse takadim kalmadı başımı kaldırıp camdan dışarı bakmaya bile. Duyduklarımla yetinmeyi seçtim son günlerde. Aklımın bir kısmıyla idare ediyorum işte. O kadar sıklaştı ki son haftalarda bu gösteriler, dışarıdan gelen gürültü ve patırtının şiddeti bile şaşırtmaya yetmiyor beni. Herkes her hün bir şeyleri protesto ediyor ve her ne hikmetse hep şiddetle sonuçlanıyor bu protesto gösterileri. Ya göstericiler girmemeleri gereken sokaklara giriyor, ya da polis gereğinden agresif davranıp bir dizi yıkıcı eylemin tetiklenmesine sebebiyet veriyor. Sonra bir kovalamacadır başlıyor Amsterdam denilen bu esrarengiz lâbirentin dehlizlerinde. Son günlerde güneş de doğmaz oldu, bir karanlıktır çöktü kentin üstüne. Havalar son derece dengesiz. Evin içinde fareler fink atıyor, kimsenin kılını kıpırdatıp muhatap olacak hali yok.
***
Boris’in banyo-tuvalet kapısını eşiğine çivilemesinin üzerinden iki gün geçti. İki gündür evdeki herkes şu veya bu şekilde ve/fakat kesinlikle ev dışında gideriyor dışkılama, yıkanma, arınma ve daha başka ihtiyaçlarını. Kapının eşiğe çivilenmesi hadisesi ise şöyle zuhur etmiş olsun meselâ: Boris’in sesini duydum. Deli gibi bağırıyordu. Sonra ariayı çalıştırdı ve olan oldu. Fazla uzatmaya gerek yok. Birine sinirlendi ve tuvalet kapısını eşiğe çiviledi. Olayın detaylarına girecek kabiliyetim yok şu anda benim.
***
Burada havalar o kadar soğudu ki sevgili okur, envai çeşit aktivitenin bulunduğu bu şehrin sokakları bile bomboş şimdi. Gelen turistlerse başlarını sokacak bir yer bulup yanlışlıkla çıktıkları bu tatilin hesabını soruylarlar kendilerine, THC kanlarını mesken tuttukça kendine. İşin ilginç yanı sokakların boşluğu bende bir memnuniyet yaratıyor. Sanki kimse dışarıda olmayınca benim içeride olmamın herkes dışarıda olduğu halde benim içeride olmamdan farkı varmış gibi. İnsanlar soğuk olduğu için çıkmıyor sokağa, bense insan olmadığı için çıkıyorum aynı sokağa. Aynı sokakta bir Çin restoranı, bir berber, bir coffeeshop, bir iletişim dükkânı, bir-iki pub, bir-iki biftek restoranı, bir burger-bar, bir elbise mağazası ve Van Gogh’un portresinin asılı olduğu bir duvar var. O duvarda başka posterler de var. Polis helikopterleriyse boş durmuyor, dönüp duruyor şehrin üzerinde. Sanki bir şey olması gerekiyormuş, her şey her an patlak verebilirmiş gibi bir hava estirilmiş oluyor böylelikle.
***
Sokaktan sürekli deliler geçiyordu. Ya da belki de onlar normaldi ve ben kendimi haddinden fazla normal gördüğüm için onları deli sanıyordum ve bu da beni yarı-deli yapıyordu. Tıbbın kitabına göre her şey oldukça açık ve netti, lâkin biz şimdi ölüler kitabındaydık ve işler hiç de diriler kitabına atılmış bir dip-nottan başka bir şey olmayan tıbbın kitabına göre yürümüyordu buralarda. Ölülerin kendilerini ölüler kitabında olduklarına inandırması ve bu inançla diriler kitabına geçmesi, yani bir başka deyişle dirilmesi gerekirdi. Bu diriliş için gerekli ilk şart ise artık bir ölü olduğunu kabullenebilmekti. Ölüler ancak ölü olduklarını kabullenirlerse dirilmeye muktedir olabilirilerdi. Ölüler kitabında olsak da bazı kurallar dilin yaşama dair olması gereği diriler kitabının gramerine göreydi. Gramerden gramere ise fark vardı. Sentaksı parambarça edecek bir dil gerekiyordu bana kendimi içinde bulduğum bu anlamsız rutinden kurtulabilmek için. Artık kesinlikle birinci tekil şahısta ve geçmiş, gelecek ve şimdiki zamanlar arasında sürekli gidip gelen bir zamanda yazacaktım ne yazacaksaydım. Baudelaire ve Rimbaud okuyacak, Fernando Pessoa ve William Shakespeare’i yad edecektim edebi işlerle uğraştığım gecelerde. İşin çindeki bit yeniklerini saymaktan bitap düştüğüm günler gelecekti sonra ve şunları kaleme alacaktım kendimi içinde bulduğumu duruma son derece kayıtsız bir kudretle: Dünyada gidecek yer kalmamıştı. Yer olsa bile, bende o yere gidecek enerji kalmamıştı. Tek yapabileceğim içinde bulunduğum yer neresiyse oradan kaçmak için yazılması gerekenleri yazmaktı. Bitmek bilmez bir kaçışa hapsolmuştum belli ki.

Yazı (c) Cengiz Erdem, 2007.
Foto (c) John Paul Bichard, 2004 .

Wednesday, April 29, 2009

Etkisel ve Tepkisel Güçler

Tepkisel güçlerin en belirgin özelliği tepkisel olduklarının farkında olmayışlarıdır. Onları zincire vuran da zaten işte bu kendilerine yönelik körlükleridir. Yaptıkları eylemlerin ve sarfettikleri sözlerin anlamından olduğu kadar etkisinden de uzaktırlar. Kendilerinden kopuk bir yaşamı anlamlı bir bütünlük oluşturuyormuş izlenimi verecek şekilde sürdürmeye çalışırlar. Ne var ki bu çaba sonuçsuz kalmakla kalmaz, aynı zamanda onları kendilerinden iki kat, üç kat daha uzaklaştırır.
Gittikçe ne dediklerinin ve ne ettiklerinin farkında olmaktan uzaklaşarak son derece anlamsız ve yersiz sözler sarfederler. Niyetleri kötü değildir; onları şeytanın köleleri olarak göstermeye çalışmıyorum burada ve/fakat bu onların kötülüğe hizmet etmedikleri anlamını taşımaz. Kötü niyetli değildirler belki, ama idrak kabiliyetleri ve kendileri ve çevreleriyle ilişkileri ile ilgili bilgi düzeyleri o denli cüzidir ki tepkisel güçler kaçınılmaz olarak kötü yola düşüp hem kendilerine hem de çevrelerine zarar verirler.
Çevrelerindeki hadiseleri okuma biçimleri son derece acayiptir tepkisel güçlerin. Tepkisel güçler etkisel güçleri her zaman için karalamaya ve yok etmeye çalışırlar. Onlar için etkisel güçlerin emeli iktidarı parça parça etmektir. Bu konuda haklıdırlar.
Etkisel güçler iktidarın çözülerek öznelere dağılması ve pek çok daha başka güç merkezinin birbiriyle ilişki içerisinde ama birbirinin farklılığını manipüle etmeksizin sürekli değişim geçirmeyi varoluş biçimi haline getiren bir yapının varlığını sağlamak ve sürdürmek için didinip dururlar. Etkisel güçlerin bu emeli elbette ki tepkisel güçleri çok kızdıracak ve tepkisel güçler kızgınlık ve tedirginlik içerisinde bas bas bağırarak sinirden ne dediklerini bilmez bir hale gelecektir. Kızgınlık, sinir bozukluğu, bunalım, bunlar hep olumsuz reaksiyonlardır.
Tepkisel güçler etkisel güçlerden nefret eder, etkisel güçler ise nefretten nefret eder. Tepkisel güçler nefret üzerine kurulu bir dünya düşlerken, etkisel güçler herhangi bir dünya düşlemek yerine farklı dünyaların dünyamız içerisinde bir arada var olabilmesi ve farklı yaşam biçimlerinin birbirlerini yemek yerine besleyecek şekilde iletişime girmesini arzular.
Bu arzu o kadar bir güçlüdür ki etkisel güçlerin bazıları içlerinden akan bu enerjiden ötürü zaman zaman zayıf düşer ve hastalanırlar. Ama etkisel güçlerin var oluş amacı zaten bu hastalanmalara, acı, keder elem ve ıstıraplara karşı direnmek oluğu için bunun pek bir önemi yoktur onların gözünde. Onlar olumsuz şeyleri olumlu şeylere dönüştürmek için yaşar.
Her türlü negatif tepkiye karşı direnç, umutsuzluğa, iktidarın merkezileşmesine, ölüme, hastalıklara karşı direnç etkisel güçlerin yaşam biçimidir.
Etkisel güçler direnişi bir yaşam biçimi haline getirmiş, çürümeye yüz tutmuş bir dünya düzeninin karşısına yaşama sevincini, ölüme karşı hayatı ve nefrete karşı arzuyu diken, her türlü otoriter ve totaliter dünya görüşüyle son derece hayat dolu biçimlerde dalga geçen, yaşamın oluşum olaslıklarının çoğalımına yönelik eylem söylemlerle yaşamı kıstlayan ve kısırlaştıran iktidar akışlarının önüne set çeken birer enerji deposudurlar.
Etkisel güçler daha güçlü olmalarına rağmen iktidarda olan hep tepkisel güçlerdir. Bunun sebebi tepkisel güçlerin yaşam olanaklarını kısıtlayarak, gücü bireylere yaymak yerine tek merkezde toplamasıdır. Birlikten kuvvet doğduğu doğrudur ama etkisel güçler miltarist bir mentaliteyle birlikler kurup kendileri dışındakilere karşı bir kuvvet doğurmak düşüncesine hiç sıcak bakmazlar.
Tepkisel güçlerin aksine etkisel güçler hep aynı renk ve aynı model elbiseler giyip kendilerinden farklı olanları yok etmek arzusunda değildirler.
Etkisel güçler toplumun her yönde ve her şekilde sürekli değişim ve gelişiminin dinamosudurlar, tepkisel güçler ise bu dinamoların başındaki bela...

(c) cengizerdem, 2005.

Tuesday, April 28, 2009

“Zeno” Kimdir, Kim’(ler)in Hikâyesidir?


Hakkı Yücel


Yazar Cengiz Erdem’in ikinci kitabı “Zeno (Filozofun Bir Ölümlü Olarak Portresi)” (Cinius Yayınları) geçtiğimiz aylarda yayımlandı ve bir okuru olarak tıpkı birinci kitabı “Beni Bu Dışarıdan Çıkarın”da olduğu gibi elime yapışıp kaldı.. Kendi adıma bu vazgeçilmez ilişkinin hangi kurucu ve sürükleyici ögelerden oluştuğunu bir çırpıda söylemek belki zor.. Ancak yine de bunun, Erdem’in “gerçek hayatla kurmaca hayat” arasındaki boşlukta dolanıp duran metninin; ‘geleneksel/gerçekçi’ roman anlayışının lineer bir zaman akışı içinde seyreden, somut bir gerçeklik olarak orada anlam kazanarak okur tarafından kolay alımlanmasına ve duyumsanmasına yol açan o bütünlüklü “zaman-insan-mekân” birlikteğini bozmasından ve kurgusal yapısını altüst etmiş olmasından; bu bütünlüklü gerçeklik anlayışının çok ötesinde, dahası artık parçalanmış ve belirsizleşmiş hale gelen yeni bir gerçekliği önceleyen, bu gerçekliği gerek dil ve gerekse biçim çeşitlemeleriyle yeniden üreten ve bunu yaparken de karşılığını, sadece “dış dünyada” (dış gerçeklik olarak) değil, “iç dünyada” (iç gerçeklik olarak), yani hem bilinç, hem bilinçaltı ve hem de bilinçdışının uzayıp giden karanlık labirentlerinde arıyor, bu bağlamda okuruna yeni ‘ okuma alanları’ ve ‘özgürlükleri’ yaratmış olmasından kaynaklandığını söylemem mümkün..

Aslında tam da burası, geleneksel okurun (galiba hepimiz biraz öyleyiz) , modern ve modern sonrası (postmodern) romanın (edebiyatın) farklılığıyla yüzleştiği, ana yörüngesine belirsizliğin, göreceliğin ve aynı anda gün yüzüne çıkmaya hazır ihtimaller çokluğunun (çoklu hikâye/metin ihtimallerinin) yerleştiği ve buradan beslenerek yeni bir “yazar-metin-okur” ilişkisinin başladığı; bir bakıma yazarın ve yazdığı metnin performansı ve açtığı alanlarla ilintili olarak, okuru(nu)n onu ya yolun hemen başında terkettiği ya da peşine düşerek sonuna kadar onunla gittiği zor dönemeçtir...Yazar Cengiz Erdem ve metinleri, yaygın ifade biçimi ile söylersek, geleneksel/gerçekçi roman (edebiyat) anlayışına dair “ezberler”in bozulduğu , bir o kadar da tehlikeli bu zor dönemeçte doğuyor, çarpıcı bir gelişim gösteriyor, giderek özgünleşiyor ve en azından kendi adıma benim elime yapışıyor..

Yeni bir yazarın doğuşu olarak da nitelendirilebilecek olan bu yazı(n) serüveni hakkında kesin hükümler vermek için belki biraz erken..Ancak Erdem’in yayımlanmış iki kitabını yanyana koyunca (ve öncesinde yazdıklarını da düşününce) bunların, genç bir yazarın raslantısal ve iki atımlık baruttan ibaret yazı(n) serüveninin yapıtları olmadığını; aksine kendini sürekli besleyen donanımlı bir bilincin ve bilinçli bir seçimin, gelişmeye açık ve bir o kadar da doğurgan ifadesi olduklarını söylemek mümkün..Kurgusundan diline, biçeminden biçimine farklı metinler yazıyor Erdem ve bu farklılığını da, bu tür anlayışların kimi marjinal örneklerinde olduğu gibi, kör bir başıbozukluk, denetimsiz bir dağınıklık ya da saçma bir anlamsızlık ve yüzeysellik olarak değil; aksine yazı(n) serüvenini besleyen kök damarların ayırdında olarak ve bir bakıma “zamanın (değişen) ruhu”yla örtüşen kurmaca tekniklerini zorlayarak ve çoğaltarak sergiliyor.. İtiraf etmek gerekir ki bu, yüzeyde ve derinde farklı boyutlarda seyreden kaygan bir zemindir ve gerçe(kli)k de bu zeminde kayar, dağılır ve parçalanır..Bu yüzden okur onun tutamaklarını kolay kolay yakalayamaz, belki daha çok alttan alta hissedebilir (zaten yazarın yapmak istediği de herhalde büyük oranda budur); metnin kendisinin bu bağlamdaki farklılığı ise kaçınılmaz olarak farklı bir okur tipini – metnin kendisine katılacak ve onu yeniden üretecek- gereksinir.. “Zeno”yu okuduktan sonra başa döndüm ve bunları düşünerek sona doğru bir kez daha yürümeye başladım..

Erdem kitabına verdiği “Zeno” üst başlığına, “Filozofun Bir Ölümlü Olarak Portresi” alt başlığını ilave ederken, bilinçli olarak J.Joyce’un “Sanatçının Genç Bir Adam Olarak Portresi” romanına gönderme yapmakta ve bir bakıma durduğu başlangıç yerini belirlemektedir.. Burası ‘geleneksel/gerçekçi roman’ anlayışından ‘modern roman’ anlayışına geçişin yaşandığı, bu bağlamda ‘fay hattı’nın kırıldığı yerdir ve kök damarları da başta Joyce olmak üzere Woolf, Beckett vb. gibi yazarlardır ki, Erdem’in Joyce’a gönderme yapması da bu nedenle anlamlıdır..Devam etmektedir Erdem ve bu kez de Einstein’a göndermede bulunmaktadır ki bunun da anlamı; ‘gerçekçi’ romanın üzerine oturduğu ve hem kurgusal bütünlük, hem zamanın lineer akışkanlığı, hem mekânın üç boyutluluğu, hem romanın hikâyesinin ‘zaman-mekân-insan’ bütünlüğü ve hem de bütün bu sürecin arkasında yer alan Newton fiziğinin pozitivist mantığının; yirminci yüzyılın ilk yarısında gelişen ‘modern roman’da artık yirminci yüzyılın fiziği olan Einstein’le, onun zamanın lineer akışkanlığını bozan, ışık hızına göre değişkenlik kazanan, mekânın ve maddenin farklı koşullarda ve farklı boyutlarda görünümlerinin oluşabileceğini ima eden ve nihayet göreceliği öne çıkaran mantığıyla değiştiğinin ifade edilmiş olmasıdır..Erdem’in bir başka göndermesi ise Freud’adır ki, bunun da anlamı, onunla birlikte modern romanda insanın görünmeyen dünyalarına ısrarlı yolculukların başladığı, düşlerde ve fantazilerde gezinmelerin söz konusu olduğu, gerçe(kli)ği sadece dış dünyada ve dış dünyadaki haliyle değil, aynı zamanda bilinçte, bilinçaltında ya da dışında aranması ve yeniden üretilmesi bağlamında bir arayışa girildiğidir..Burada da bitmez Erdem’in göndermeleri ve onun sürekli beslendiği bir başka kök ana damara, Nietzsche’ye yönelir ki bunun da anlamı, onun dilin ‘metaforik bir yapı’ bir “seyyar metaforlar ordusu” tespitine özel bir vurgu yapılmasıdır..Aynı anda Kafka’nın ortaya çıkması ise, yalın ve kolay okunan bir dilin nasıl ‘metaforik’ bir zenginlik ve çağrışım yoğunluğu içeriyor olduğunu göstermesi bakımından önemlidir ve Erdem’in dilinin de benzer bir yalınlık ve ‘metaforik’ bir yoğunluk içermesi, Kafka ile kurulabilecek dil akrabalığını ortaya koyması açısından dikkat çekicidir..Ve sonra Foucault’ya yapılan gönderme gelir ki bu da kanımca Erdem’in ‘modern’ romanla ‘modern sonrası’ (postmodern) roman (ve dünya kuşkusuz) arasındaki gidiş gelişlerini açıklaması bağlamında değerlendirilmelidir..Uzatmak pahasına yazarın referanslarının burada da bitmediğini, örneğin “Zeno’nun Psikanalizden Felsefeye Meyleden Bir Sinemasever Olarak Portresi” ara başlığının zımnen “felsefe-psikanaliz-popüler kültür (sinema)” üzerinden okumalar yapan ve açılımlar sergileyen Zizek’e göndermeler içerdiği de söylenebilir..Ve kuşkusuz diğerleri..

İyi de bütün bu göndermelerle ne yapmak istemektedir Cengiz Erdem; bir malûmatfuruşluk mu, arapsaçı bir kolaj mı, entelektüel ukalalık mı, marjinal bir çıkış mı..? Kanımca hiç de böyle değil..Bu yolla yazar daha kitabın ilk sayfasında “Hayatın ve edebiyatın var olabilmesi için aralarında bir mesafe olması şarttır....yazıyla hayat arasındaki boşluk ortadan kalkınca” kitabın(ın) da (hayatın mı yoksa) sona ereceğinden söz ederken; bir bakıma parçalanarak belirsiz hale gelen gerçe(kli)ğin arkasında bıraktığı ‘boşluk’u işaret etmekte, ve belki de bu kadar parçalı hale gelen gerçe(kli)ğin sadece Cengiz Erdem’le değil, bu çokluğa ve parçalılığa denk düşecek çoklu yaklaşımlarla (farklı yazarlar, görüşler) ve metinlerle (kimi zamanlar bazı metinlerden alıntılar yapması da bundan) kuşatılabileceğinin altını çizmek istemektedir..Nitekim bu yaklaşım bugünün romanında ‘metinlerarasılık’ adıyla sıklıkla kullanılan bir yöntem olarak uygulana gelmektedir.. Erdem bununla da yetinmemekte, bu ürpertici ve bir o kadar da heyecan verici ‘boşluk’un doldurulması bağlamında bir başka yöntemi, ‘üstkurmaca’ yöntemini kullanarak kendi metnini nasıl yazdığını anlatmakta, bizatihi metnin kendisini metnin ana konusu –belki kahramanı- haline getirmekte (bu aynı zamanda gerçe(kli)ğin kurgusallığına da bir göndermedir) ve bu arada da o çok sık kullandığı, kâh sevgiyle okşadığı kâh lânetlenmiş olduğunu haykırdığı (ama aynı anda lânetinden arındırmak istediği), “Ey sevgili ve lânetli okur”una da bir yerde metne katılma ve o metni yeniden üretme çağrısı yapmaktadır..

Sonuç itibarıyla denilebilir ki, Cengiz Erdem’in metni biçimden biçeme, dilden ( o dil ki yazar onunla kökünden kesip koparacak ve bir sessizliğin içinde yeniden kurmaya soyunacak kadar cebelleşmektedir) kurguya varan bir çeşitlilik içinde yol almaktadır..Bu çeşitliliğin ve farklılığın okurla metin arasında özel bir ilişkiyi gereksindiği ise çok açıktır..Bir bakıma metnin alımlanmasını zorlaştıran bu durum, kanımca Erdem’in başından beri bilinçli tercihidir..Çünkü bu yolla yazar, bir yandan okuru metne ve metin üzerinden gerçe(kli)ğin kendisine yabancılaştırırken ve onunla metin arasına adeta aşılması zor bir mesafe koyarken (çoğu zaman okur tam da burada yazarını ve metni terk eder) ; bir yandan da bîzatihi bu yabancı(laştır)manın (bugünün insanının yabancılaşmış halinin) onu hayatla ve gerçe(kli)ğin bu haliyle yeniden yüzleşmesi gerektiğinin esas nedeni olduğuna işaret etmektedir..Ve bu yüzden metin boyunca çeşitli göndermelerde bulunup alıntılar yaparken (derin sularda yüzerken) , motifler çizip ürkütücü ve de grotesk karşıtlıklar oluştururken, dil biçem ve biçim oyunlarına girerken, hasılı onu neredeyse içinden çıkılmaz labirentlerde dolaştırırken, aynı zamanda kendisi geriye çekilerek (metin artık sona ermiştir ve şimdi yazar sözü okuruna bırakmıştır) ona “Ey sevgili/lânetli okur, engel diye gördüğün şeyler senin bu metne (hayata) katılacağın ve orada gerçe(kli)ği yeniden üreteceğin özgürlük alanlarıdır” çağrısında bulunur..

Belki bu yüzden metnin sonuna gelip de Cengiz Erdem aradan çıkınca, kendi kendime şu soruyu sordum: Zeno kimdir ve burada anlatılanlar kim(ler)in hikâyesidir..? Her ne kadar yazar başlangıçta kahramanının kök ağacını Antik Yunan’a kadar uzatıp akademiadan geçiriyor ve sonra da arka kapağa “içe dönük infilâklardan medet uman garip bir düşünme biçiminin girdaplarında boğulan bireyin kendi yarattığı labirentte kayboluşunun ve çözümü sevgide bulmak suretiyle yenden doğuşunun öyküsü..” diye not düşerek, sonuçta isimsiz ‘birey’in varlığında Zeno’yu ve hikâyesini çoğaltıyorsa da; doğrusu ‘Zeno’ bende ‘kseno’ (yabancı) sözcüğünü çağrıştırarak, onun dolayımıyla anlatılanların bir yabancılaşma ve ona dahil olanların hikâyesi olduğu düşüncesini uyandırdı..

Cengiz Erdem çağrışımı yoğun, ucu açık metinlerini çarpıcı bir biçimde kurguluyor; bu yolla görünür ve gündelik hayatlarımızın ve ilişkilerimizin arkasındaki gizli dünyalara dalıp çıkıyor, oradaki yapaylığın ve yüzeyselliğin altındaki derin öze vurgu yapıyor, gerçe(kli)ği (yıkarak) yeni gerçek(lik)ler için ‘özgür’ alanlar açıyor ve okurunu da bu serüvene katılmaya çağırıyor..İtiraf etmeliyim ki bu hikâye(ler)den etkilendim ve ilk kitabı “Beni Bu Dışarıdan Çıkarın”ın ardından yazdığım yazının sonunda onun için yaptığım “bu genç yazara dikkat” uyarısında haklı olduğumu anladım..

Şimdi bir kez daha hatırlatmak istiyorum ki, bu genç adam işini iyi yapıyor.

(c) Hakkı Yücel, Afrika Pazar, 2008.

Derrida The Movie

Hayatı Seç?!


“Ekonomiyi düzeltirsek her şeyi düzeltmiş oluruz,” söylemi o kadar yanlıştır ki bu söylemin yanlışlığı sadece iki kelimenin yerini değiştirmek suretiyle düzeltilebilecek basit bir mantık hatasına indirgenemez. Zira burada söz konusu olan bu söylemi dillendiren zihniyetin içsel yapısından kaynaklanan bir bozukluktur. Genellemciliği ve indirgemeciliği aynı anda bünyesinde barındırmak kabiliyetine sahip olan bu zihniyet son derece mutsuz bir bilincin yansımasıyla zuhur edegelmiştir. Bundan böyle “Hegel’in muhteşem buluşu mutsuz bilinç,” olarak anacağımız bu çarpık zihniyet çarpıklıklarından güç alan, içsel çelişkilerini lehine çevirmek ve varlığını sürdürebilmek için ortadan kaldırılması gereken imkânsızlıkları birer imkâna dönüştürmek suretiyle gücüne güç, canına can, malına mal katan bir yapıya sahiptir. Bu mutsuz bilincin içsel yapısının kapitalizmin içsel yapısıyla birebir özdeş olduğunu söylemeye ise bilmiyoruz gerek var mı. Bu son söylediklerimizi mevzuya aşina olmayan okuyucularımız için özetleyecek olursak diyebiliriz ki kapitalizm mutsuz bilinci hem üreten hem de ürettiği bu mutsuz bilincin olumsuz enerjisini kendi olumlu enerjisi kılmak suretiyle gücüne güç, canına can, malına mal katan bir yapıya sahiptir.
Genel olarak ekonomik sistemler ya ölüm dürtüsünü, ya da yaşam dürtüsünü sömürerek ayakta kalırlar. Kapitalizm bu dürtülerin her ikisini birden sömürüyor. Kapitalizm bu dürtüleri hem üretiyor hem de sömürüyor. İnsanları eğlenmeye teşvik ediyor, eğlence olarak alkollü-alkolsüz ve/fakat her halükârda kimyasal içki çeşitleri, uyuşturucu, uyarıcı, yağlı yemek, sigara, kahve sunuyor, yani ölüm dürtüsünü sömürüyor. İnsan eğlenmek için sağlığından oluyor. Sağlığın bozulmaya ve sistemi aksatmaya başladığı noktada piyasaya ölüm dürtüsüne karşı yaşam dürtüsü çıkıyor. Sonra aynı sistem yaşam dürtüsünü sömürmeye başlıyor: Sağlıklı yaşam, üçte ikisi karaciğer tarafından emilmeden vücuttan atılan vitamin hapları, mide, karaciğer, böbrek ve sinir hastalıklarına karşı kafeinsiz neskahve, nikotinsiz sigara, diet-kola... Yani tıpkı Renton’un Trainspotting’de dediği gibi: “Hayatı seç!” demeye başlıyor kapitalizm. Ama Trainspotting’in, filmi henüz çekilmemiş, sadece romanı yayınlanmış olan ikinci bölümünde kahramanlarımızın yıllar sonra yeniden buluştuklarını görüyoruz. Ortaya çıkar ki filmin ilk bölümünü “ben hayatı seçtim, sen de seç” sözcükleriyle bitiren Renton, aradan geçen yıllarda hiç de hayatı seçmemiş, bilâkis yavaş bir ölümü seçmiştir. Porno adlı bu Irwin Welsh romanında kahramanlarımızın yine haince plânları vardır; ama bu sefer uyuştıurucu değil, porno endüstrisine el atacaklardır. Kimyanın ve seksin paraya dönüştüğü noktada mallarına mal, canlarına can katacaklardır.
Diğer yandan kapitalizmi hem ideolojik olarak besleyen, hem de kapitalizmle beslenen pek çok Hollywood filmi Freud’un yaklaşık bir asır önce nöron-bilimin açıklamakta ve anlamlandırmakta yetersiz kaldığı psişik hadiseleri açıklığa kavuşturabilmek için yarattığı bu iki kavramın insan doğasına ilişkin sınırları doğa bilimlerinin çizdiği sınırların ötesine taşımasından esinlenmekle kalmıyor, aynı zamanda bu durumdan büyük bir haz da alıyor. Somut kanıtlarla açıklanabilecek dünya o kadar küçük ki, Hollywood film yönetmenlerinin Freud’un yarattığı bilinçdışı dünyanın spekülasyona açık sınırsızlığı karşısında zil takıp oynamakdıkları kalıyor neredeyse. Neden? Çünkü bilinmeyen çarpıtılmaya açık ve sömürülmeye son derece müsaittir; psikolojik gerilim filmlerini ve doğa-üstü hadiseleri konu alan daha başa korkunç filmleri düşününüz. Kapitalizmin hayatın nerede bitip ölümün nerede başladığını karıştıran, iyi ve kötü arasındaki farkı belirsiz kılan iç dinamikleri bu kısır döngünün işte böyle sürüp gitmesine sebep olurken, kafası karışık, ne istediğini bilmeyen, iyi ile kötü arasındaki ayrımı yapmaktan aciz, son derece mutsuz bilinçler dönemine neşe içerisinde giriyor dünyamız ve tabii yurdumuz.
Herneyse, konuyu dallandırıp budaklandırmak için reklâmlara baktığımız zaman ise görüyoruz ki çoğu ürün insana verdiği zevk ve yaşamın tadının daha çok çıkarılmasına katkıları bağlamında değer atfediliyor. Bir mal ne kadar zevk verirse tüketiciye fiyatı da o kadar artıyor. Yazı daha da anlamlı olsun diye hemen belirtelim, Freud’un ölüm dürtüsü adını verdiği psikoloji-ötesi kavram elbette ki günümüz insanının çok boyutlu iç dinamiklerini açıklamakta yetersiz kalacaktır. Zira insan elbette ki sadece iki kutuplu kısır bir döngüye indirgenemez. Elbette ki ölüm dürtüsü ve yaşam dürtüsünden başka motifleri de vardır insan doğasının. Ama şu da bir gerçek ki oyun oynama dürtüsü, rüya görmek, değişim yaratma dürtüsü, fantezi kurma dürtüsü gibi daha pek çok dürtüyü de ölüm dürtüsü ve yaşam dürtüsü kategorilerinde ele almak mümkün. Çünkü meselâ insan ölmemek için çevresini değiştirir, ölüme sebebiyet verebilecek etkenleri mümkün mertebe ortadan kaldırmaya meyleder. Söylemeye gerek var mı bilmiyoruz, ama işte bu yazıda zikredilenler ise şu cümlenin su götürmez bir hakikat formunda kaleme alınabilmesine zemin hazırlamaktan başka bir maksada hizmet etmedi, etmiyor, etmeyecek sevgili okur: “Ekonomiyi düzeltirsek her şeyi düzeltmiş oluruz söylemi o kadar yanlıştır ki yanlış kelimesi bu yanlışlık derecesini tanımlamakta yetersiz kalmaktadır.”


(c) cengizerdem, 2007.

Sunday, April 26, 2009

Medya ve Kültür


Apollon’un ve Athena’nın Delphi dağlarında fink attığı zamanlar... Mitolojinin hakikate gerçek hadiselerden daha yakın olduğu Eflâtun öncesi çağlar... Homeros’un dönemi... Ne yazık ki hikâyemiz o dönemde geçmiyor sevgili okur. Sadece bir yıl öncesinde, mitik zamanların yitik zamanlara dönüştüğü, Athena ve Apollon’un mezarları üzerinde gençliğin danseder olduğu, doğaüstü hadiselerin su götürmez formlarda zuhretmekten vazgeçtiği zamanlarda geçiyor hikâyemiz. Bir hafta sürecek bu paneller serisi Delphi’deki Avrupa Birliği Bilim ve Kültür Kongre Merkezi’ni mesken tutmuş kendine. Yıl 2006, mevsim sonbahar, hava temiz, manzara güzel, gıda bol... İşte bu son derece fantastik manzaralar, temiz hava, bol gıda eşliğinde ve Kıbrıs-Türkiye-Yunanistan ilişkileri ekseninde Kültür ve Medya’yı tartışacağız Türk-Yunan-Kıbrıslı akademisyen ve medya mensubu arkadaşlarla. Çok heyecanlıyız. O kadar ki salakça birer sevinç var içlerimizde. İşte bu sevinçle Bilgi Üniversitesi’nden aramıza katılan biri Yunan diğeri Türk iki öğretim elemanıyla ateşli bir tartışma yaşayacağım az sonra ben medyanın objektifliği, yani nesnelliği üzerine kesilen ahkâmlar bağlamında. Yunan bayan konuşmasında objektif kavramının ne kadar faydalı ve gerekli olduğunu söylüyor. Kendisine objektifliğin ancak totaliter bir bakış açısının mutlak gerçeklik diye subjektifliklere dıştan empoze edilmesiyle gerçeklik kazanabileceğini, bununsa faşizmle aynı manayı taşıdığını hatırlatıyorum. 1950-60’larda Frankfurt Okulu’nun objektifliği faşizme eş tuttuğunu bilgisine sunuyorum. Ama o dinlemiyor. Konu dağılıyor, geliyoruz Ecevit’in ölüm haberine. Ecevit’in öldüğü günün ertesindeyiz. Gazeteler Ecevit’in ölüm haberleriyle dolu. Bu arada tartışmaya tuz biber eklemek isteyen, Bilgi Üniversitesi’nden o adını bilmediğim meşhur kadın ki Türkiye’de yayınlanan bir gazetedeki - sanırım Birgün gazetesindeki - yazılarıyla tanınıyormuş, ben tanımıyorum, işte o elinde bir Yeni Şafak gazetesiyle söze başlıyor ve diyor ki: “Bakın bunlar Ecevit’in ölümünü haber bile yapmamışlar. Bu nasıl gazetecilik; objektif olmaları gerekmiyor mu?” Kendisine şunu söylüyorum: “Eğer bunlar Ecevit’in ölümünü haber yapacak olsaydı İyi Ki Öldün falan diye bir manşet atarlardı. Siz de takdir edersiniz ki Hürriyet’in manşeti olan Bir Güvercin Uçtu da bırakın objektif olmayı bilâkis son derece subjektif bir manşettir hanımefendi. Ben burada Yeni Şafak’ın Ecevit’in ölümünü haber yapmamakla doğru bir şey yaptığını söylemiyorum, sadece bunu haber yapmaya mecbur olmadığını söylüyorum. Onlar da İyi Ki Öldün demek yerine hiç bir şey dememeyi seçmişler; bu da onların duruşu. Ve üstelik de bu duruş herhangi öznel bir bakış açısını temsil etmiyor, zira zaten ortada söz yok, haber yok, sadece Ecevit’in ölümüne tepkisel bir sessizliktir bu vakada söz konusu olan. Eğer ille de objektif bir manşet istiyorsanız kısaca Ecevit Öldü yazacaksınız. O zaman da bu kadar gazete çıkmasının bir anlamı olmaz; tek bir gazete çıksın Ecevit Öldü desin, başka da bir şey olmasın, medya bu olsun. Öyle kupkuru, renksiz, zevksiz, duygudan yoksun, tatsız-tuzsuz bir hayat... Sizi doğru anladıysam istediğiniz bu.”
***
Öznellik ve nesnellik hakkındaki tartışma bir süre daha sürmüş sonra adı ölümü temsil eden Thanatos’tan gelen Athanasios adlı son derece bilgili ve değerli bir başka akademisyen arkadaş söz alıp Bilgi Üniversitesi’nden o kendinibilmez iki öğretim elemanına Frankfurt Okulu’ndan Adorno’nun bu konudaki teorilerini en fenni şekilde izah ederek tartışmayı benim su götürmez bir biçimde haklı olduğumu kanıtlayacak şekilde noktalamıştı. O noktalayana kadar süre de zaten çoktan bitmiş ve öğle yemeği vakti gelmişti. Yemekte ortaya çıkmıştı ki ne dersek diyelim, ne yaparsak yapalım bu sadece bizim öznelliğimizin bir yansımasıdır. Zira özne denilen eyleyen nesne ancak öznel olabilir. Nesnellik adaptasyona yönelik eylemsizliğin bir ürünüdür, durağanlık ve değişmezlik nesneli nesnel kılandır. Öznellik ise fark yaratan eylemler serisinin bir ürünüdür, dinamizm ve dönüşüm özneli öznel kılandır. Demek ki mutlak nesnellik yerine, özneler-arası bir toplum modelinin nasıl yaratılabileceğidir mühim olan. Herkesin aynı düşünmesi değildir iç-dış barışı getirecek olan, bilâkis özneler arasındaki farkın öznelerin arasında yarattığı boşluğun yeni değerlerle doldurulmasıdır, ki bunun yolu aktif bir değişim yaratma dürtüsünün bilincin süzgecinden geçirilerek günün gereklerine uygun bir biçimde hayata geçirilmesinden geçer. Değişim yaratma dürtüsü pek çoğumuzda aktif bir dürtüdür aslında. Ama ne yazık ki çoğu zaman farkına varmayız kendi içimizdeki bu fark yaratma dürtüsünün. İradi bir şeydir aslında insanın ötekilerden farklı bir şey eyleme veya söyleme isteği. Eyleme ve söylemeler resim, müzik, tiyatro, edebiyat, sinema, siyaset, felsefe, psikanaliz, sosyoloji, biyoloji gibi pek çok şekle girebileceği gibi, kişinin yaşadığı hayatla ortaya konan bir duruş da olabilir. Ancak bu noktada belirtilmelidir ki bu duruş tıpkı bir sanat yapıtı yaratır gibi özene bezene yaratılmalıdır. Belki de yeni etik ve estetik değerlere ihtiyaç duyulacaktır bu süreçte. Kim bilir, belki de hiç beklenmdik hadiseler vuku bulacak, olmayacak şeyler zuhur edecktir zihinde. Fakat yılınmamalı, tüm bunlar sürecin bir parçası olarak algılanmak suretiyle kişinin ve toplumun her bakımdan ve her geçen gün kötüleşmesine değil, iyileşmesine hizmet eder kılınmalıdır. İmkânsızlıkların birer imkâna dönüştürülmesidir burada söz konusu olan. Yani yazdığım bu yazılar vasıtasıyla yapılan bireyi toplumun önüne çıkarmaktan ziyade öznelliğini yitirmemiş bireylerin ürettiği kolektif söylem ve eylemlerin toplumun yeni değerler üzerine yeniden inşasını sağlayacak sosyal, siyasi ve kültürel hareketlere katkıda bulunmasına zemin hazırlamaktır.

(c) cengizerdem, afrikagazetesi, Temmuz 2007.

Yeryüzünün Arka Bahçesinden Notlar


Senden ricam bir süreliğine bir balık olduğunu düşünmendir sevgili okur. Bir balık olarak sen, eğer karşında bir olta görsen, gidip kendini şeytani bir hazla kahkahalar ata ata o oltaya takar mıydın? Kendini bir balığın yerine koyan bir insan olarak ben bunu pek sık yapar ve bundan da büyük bir haz alırım. Hatta bununla da kalmaz ve kendimi kendini bir leoparın dişlerine geçiren bir geyik olarak da duyumsarım zaman zaman. İnsanın düşmanını sonsuz bir aşkla sevmesi bir sapkınlık olarak nitelendirilir çoğunluk tutsağı zihniyetler tarafından; lâkin işin aslı hiç de öyle değildir aslında. Bir insanın düşmanının istediği yönde hem de abartılı bir biçimde düşmanının istediği biçimde hareket etmesi ve bunu yaparken de şeytani bir haz duyması son derece takdire şayan bir davranış biçimidir aslında. Düşmanın senin için arzuladığını sen düşmandan daha çok arzula ve bunu yaparken de düşmanından daha çok daha büyük bir haz duy ki düşmanının seni düşman olarak görmesi anlamını yitirsin ve düşmanın komik hallere düşüp kendi manyaklığının kurbanı olsun. Düşmanını sevebilecek kadar özgür olmak herkese nasip olmaz. Kısmet işi de değildir düşmanını sevmek. Zaman içerisinde çaba sarfedilerek kazanılan bir yetenektir.
Bir virüs düşün sevgili okur ve kendini o düşündüğün virüsün yerine koy. Sen de takdir edersin ki o kendini yerine koyduğun virüsün varlığını sürdürebilmesi için elbette ki karşısındaki insanı hasta etmesi gerekir. Virüsler başkalarının hastalanmasıyla varlık sürdüren şeylerdir. Virüsler hastalıkların hem ürünü hem de üreticisidirler. Bir virüs olsaydın sevgili okur, ilaçlara seve seve yenik düşer miydin hastanın sağlığına kavuşabilmesi için? Bu büyüklüğü gösterebilir miydin?
***
Mesela ünlü düşünür Friedrich Nietzsche gerek felsefesiyle, gerekse de yaşamıyla ve ölümüyle emsal teşkil ediyor bu büyüklüğe. Nietzsche böylece kozmik bir gösterge, beyaz bir gecede kimsenin net olarak göremediği ama varlığını hissettiği, kendini arayan bir yıldız haline geliyor işte. Kendisini öldürmeyen şeyin kendisini güçlü kılacağına olan inancından ötürü yaşamı boyunca çektiği tarifi imkansız acılar karşısında yenilmemiş, yazılarına yaşamın çok anlamlılığı karşısındaki neşesinin damgasını vurmuştur Nietzsche. Bu neşenin kaynağını oluşturan derin bunalımına karşın Nietzsche asla yaşamdan nefret etmemiş, her zaman nefrete svgiyle karşılık vermiş, “sana bir kovan arı sunana sen bir kavanoz balla karşılık ver” diyebilecek kadar aşkıncı ve/fakat aynı zamanda da içkin bir tavır takınmayı bilmiştir. Onun yaşamın güçlükleri karşısındaki, kimilerince akıl dışı diye nitelenen duruşu ve bu duruşun göstergeleri olan yapıtları pek çok insana dayanma gücü verirken, kimilerini de—onun ayaktakımı diye nitelediği kendinibilmez putperestleri—kustukları nefretin kurbanları kılarak kendi dışkılarında boğmuştur.
Nietzsche’nin yaşamı bir ölüm süreci, yaşamayı ise ölüme ve köle ahlâkının hastalıklı yaşam biçimlerine karşı girişilen amansız bir mücadele olarak görmesi yaşamı boyunca uğradığı derin hayal kırıklıklarından ileri gelir. Hastayken sağlığa karşı durmamayı, sağlıklıyken de hastalara yukarıdan bakmamayı bilen Nietzsche hem güncel siyasetin kısıtlayıcı ortamından beslenerek varlık sürdüren dar kafalı politikacılardan, hem de ukalalığı erdem sayan akademik çevreden tiksinerek, köle mentalitesinin hem ürünü hem de üreticisi olan sürü psikolojisinin dayattığı dünyevi budalalıklardan elini ayağını çekerek kendini dağlara vurmuş, ve herkesin “bir başka dünya olamaz” diye bas bas bağırdığı bir ortamda daha başka dünyalar tahayyül ederek bu dünyaları kitaplarında yarattığı anlam dünyaları vasıtasıyla binbir güçlükle de olsa kitlelere ulaştırmayı başarmıştır. Üniversitede daha yirmibeş yaşındayken filoloji profesörlüğüne yükselen Nietzsche akademik ortamın kendine sunduklarını elinin tersiyle iterek özgür ve bağımsız bir yazar olarak dağlarda sürdürmüştür yaşamını. Önceleri kitapları basılmayan, basılsa da rağbet görmeyen Nietzsche, sonra, ama çok sonra üne kavuşmuştur. Nietzsche kendini kendi kafasında yarattığı dünyaya hapsetmeyi göze alarak, okurlarına o dünyadan haberler vermek yolunda kaybetti akıl sağlığını. Son eseri Ecce Homo’da megalomanyaklı seviyesine varan kendine bakış biçiminde bile şeytani bir ironi sezilen, aldığı son derece olumsuz eleştirileri lehine çevirerek yarılan bilincini yok olana kadar insanlığın hizmetinde kullanmıştır. İnsanlık için çok büyük ama kendisi için çok küçük adımlar attığını düşündüğüm Nietzsche’nin kıymeti konusunda hala daha kuşku duyan insanlar vardır dünyamızda ve/fakat kaybedecek hiçbir şeyi kalmayana dek kaybetmesini bilen ve yenilik yaratmak yolunda kendisine kıyıcı yollara sapmaktan çekinmeyen, yirminci yüzyıla Marx ve Freud ile birlikte damgasını vuran Nietzsche’yi anlamaya muktedir olamayan ve onun gibi yaşamaktan aciz bu idrak kabiliyeti cüzi zatların hayatı sevmesi ve olumlaması mümkün olabilir mi hiç? Doğuştan tutsak, doğal olarak güçsüz olanlardır erk sahibi olmak arzusuyla yanıp tutuşanlar. Nietzsche’nin güç istenci kavramını iktidarda olmak arzusu diye çarpıtarak yorumlayanlardır ölüm dürtüsünün kurbanları. Kendine yönelik yıkıcılıkla kendini yeniden yaratmak arasındaki ince çizgi üzerinde kahkahalar ata ata cambazlık yapan Nietzsche çıldırma sürecinin başlangıcına denk gelen 1889 yılında yazdığı son metinlerde bakın nasıl konuşturuyor yarıldıkça ışık saçan bilincini: “Şu sıralar olup bitenler izleyici bile olunamayacak kadar iğrenç geliyor bana: Halkları, ırkları benmerkezciliğe kışkırtan, bu günlerde büyük politika adına sahip çıkılan bu lanet olası politika – Ödevimin yüce anlamına bundan daha aykırı bir şey tanımıyorum.” Nietzsche’nin daha o zamandan yirminci yüzyılda çok korkunç savaşların çıkacağını öngörmesi ve Avrupa’daki silahlanmayı şiddetle eleştirmesi basit bir kehanet değildi. O, insanın zaman içerisindeki konumunu çok iyi analiz etmiş ve içgüdüleriyle aklını diyalektik ötesi diye nitelendirilebilecek daha başka bir sentezleme tekniğiyle birbirlerini besleyecek şekilde kullanarak varmıştır son yazılarındaki bu gelecek senaryolarına. Yaşamı kısıtlayan indirgemeci tutumların insanın gerçekle bağlarını kopararak onu kendi yarattığı yanılsamalarla bezenmiş bir düş dünyası içine hapsederek kendine kıyıcı yollara sapmaya iten dürtüleri en büyük düşmanı olarak görmüştü Nietzsche. Ve bu dürtülere karşı, yani öz-kıyıma ve ölüme direnirken yaşamı olumlayıcı bir tavırla başsız, bayraksız, kralsız, tanrısız bir arka bahçe yaşamını onaylayan yaşama sevincini kitapları vasıtasıyla gönderiyordu okuyucularına. Bakın ne diyor Nietzsche ilk kitabı olan Trajedinin Doğuşu’nda: “İnsan şarkılar terennüm ederek ve raksederek daha ulvi bir beraberliğin bir üyesi olarak kendini gösterir: O, yürümeyi ve konuşmayı unutmuş ve vecd halinde raksederken havada yükselme yolundadır. Tüm hareketlerinde bir büyülenmişlik dile gelir.”
Olumlayıcı düşüncenin hem nedeni hem de sonucu olan neşedir Nietzsche’yi “iyinin ve kötünün ötesine” taşıyan. Trajik olan da işte bu neşedir zaten. Nietzsche’nin kendine kendi içinde yarattığı ötekilerin gözüyle bakıp gülmesidir onun nihilizme götüren herşeye abartılı bir ironiyle karşı çıkışını anlamlı kılan. En ciddi anlarında bile ironik bir özeleştiri vardır aslında. Devletin ve insanın bilinçaltına inerek, insanın içine işlemiş devlet mekanizmasının derinliklerini kendilerine mesken tutmuş korkunç canavarları salıveren, yüzeydeki masumiyetin maskeleri altındaki gerçek yüzleri teşhire yönelik gezintilere çıkıp yeryüzünün arka bahçelerinde kaybuluşunun öykülerini düzerek ve kendi içindeki kötülükten korkmak yerine ona karşı savaşmak suretiyle herekesin insanlığın kanayan yaraları karşısında tiksinip gerçeklere sırtını döndüğü bir zamanda bu yaraları deşen bir neşterdir Nietzsche. Şunu söyler kendine: “Sen küçük ve acınacak kişilere pek yakın yaşadın. Onların göze görünmez öclerinden kaç! Onlar sana karşı öcden başka bir şey değildirler. Artık el kaldırma onlara! Sayısızdır onlar, hem senin yazgın sinek kovmak değildir ki...” Ve kendine bunu söylerken Nietzsche işte aslında hem herkese, hem de hiçkimseye, ne herkese, ne de hiçkimseye söyler ağrıyan dişine rağmen: “Kırın camları ve atın kendinizi pencereden aşağıya; insan devletin bittiği yerde başlar zira...”
İnsanın tüm bunları düşünüp kaleme alabilmesi ve bununla da kalmayıp kendisini ve başkalarını bunlara inandırmaya çalışması için ne denli derin bir buhranın pençesinde kıvranmakta olduğunu söylemeye sanırım ki gerek bile yoktur sevgili okur. “Beni öldürmeyen şey beni güçlü kılar” demek suretiyle Nietzsche aslında başımıza gelmiş kötü hadiseler karşısında umutsuzluğa kapılıp yenilgiye uğramak yerine bu hadiselerin şu anda gerçekleştireceğimiz eylemler vasıtasıyla uzun vadedeki anlamlarına kavuşacaklarını, dolayısıyla da bu kötü hadiseleri lehimize çevirmek yolunda çaba sarfetmemiz gerektiğini söylemek istemektedir. Yani evet benim başıma bu son derece üzüntü verici şey geldi ve/fakat ben bunun beni küçsüz kılması yolunda değil, bilâkis gücüme güç katması yolunda hareket etmeliyim ki bu hayatta mutlu olabileyim. Yani işte aslında Nietzsche ıstırabın yaratıcılık için şart olduğunu değil, yeni bir şey yaratmış bulunmanın genellikle ıstıraplı bir sürecin neticesi olduğunu söylemektedir. Nietzsche’nin söylemediği, hatta tam tersini söylediği şeyi söylemeye çalışırsak belki ne söylemek istediğini daha iyi anlayabiliriz, ki Nietzsche’nin söylemediği o şey şudur sevgili okur: Çekilen acıların insanın gücüne güç kattığı, dolayısıyla da güçlü olmak için tarifi imkansız acılar çekmenin, akla hayale fazla gelecek ıstıraplara maruz kalmanın şart olduğu… Eserlerine bunalımının damgasını vuran Nietzsche’nin yaşamı boyunca maruz kaldığı ıstırapları nasıl bir vecd hali içerisinde kaleme aldığını düşünürsek kendisinin kemale ermek için acı çekmenin gereğine değil, kemale ermiş kişinin genellikle kemale eriş sürecinde acı çekmiş olduğuna vurgu yaptığını idrak ederiz. Yani işte Nietzsche acı, keder, elem ve ıstırap tutkunu bir filozof değil, bilâkis ıstıraplardan mümkün mertebe kaçınmanın öneminden ve/fakat ıstırap gerektiren bir mevzu olduğu taktirde de bu ıstıraplara göğüs germeyi bilmenin gerekliliğinden bahseden bir filozoftur. Ötekini öldürmek ve intihar etmek, kendine veya başkasına zarar vermek düşüncelerine kesinlikle sıcak bakmayan bir kişidir Nietzsche. Sıcak bakmadığı gibi hatta bu düşüncelere karşıdır bile... Bu karşı duruşun, ölüme karşı bu direnişin sebebi ve hatta itici kuvveti ise yaşamı tüm karmaşa ve çelişkileriyle, tüm belirsizliği ve sonluluğuyla, içinde barındırdığı tüm iyilikler ve kötülüklerle, tüm mutluluk ve mutsuzluklarıyla, yani olduğu gibi görüp olumlamak azminin sınır tanımaz gücüdür kudretidir sevgili okur.
***
Nietzsche’nin yaşamı ve felsefesini kısaca anlatmak suretiyle gelmek istediğim nokta aslında çoktan geride bıraktığım bir nokta ki o da birtakım bireylerin toplum tarafından işlenen birtakım dosyasız cinayetlerin, nahak yere mahkûmiyetlerin ve yargısız infazların kurbanı oluşudur. Bu bireyler toplumun iyileşmesi yolunda hastalanırlar. Onların hastalanması topluma terapidir. Onlar hastalandıkça toplum iyileşir, zira onlar hep kendi sağlıklarını toplumun hastalıklarını iyileştirmenin yollarını asfaltlamakta kullanırlar. Toplum onları birer hastalık belirtisi olarak görürken onlar aslında çok derinden gelen bir sağlık dalgasının, önüne kattığı hastalıkları yok ederek ilerleyen bir iyileşme sürecinin dinamolarıdır. Zihinlerinde çakan şimşeklerin aydınlattığı karanlıklara nisbet, sırtlarında şaklayan kırbaçlara inat, kimi zaman kendi içlerinde yarattıkları boşluklara düşerek, kimi zaman da küre-i arzın malûm enginlerindeki dinginlikleri hareketlendirerek sürdürürler yaşamlarını. Yeryüzünün arka bahçelerini kendilerine mesken tutmuş, beynin labirentinde kayboluşlarının öykülerini düzerek, ve bilincin arka sokaklarındaki leşleri gözler önüne sererek nefrete sevgiyle karşılık veren ve hiçbir yüce kavmin hiçbir ulu şefine yama olmak istemeyen, yüce kavimlerden ve ulu şeflerden tiksinen birer neşter gibidir onlar.
Biliyorsun doktorlar ameliyat sırasında neşteri hastanın etine vurup vücutta yarıklar oluştururlar. İşte etteki o yarıklar birer yaralanmadır belki ama bu yaralanmalar iyileştirici etkiler doğuran, içinden sağlık akan kanallar açarlar. Ameliyat vücutta tahribata sebep olabilir ama bu tahribat hastayı uzun vadede iyileştirici etkiler yaratmak içindir. Toplumumuzdaki ve dünyamızdaki dışlanmış, marjinalleştirilmiş, elma kurdu ilan edilmiş, semptomluk damgası yemiş kişiler de işte aslında tıpkı Nietzsche gibi kıymetleri çok sonra anlaşılacak birer yaşamsever, birer neşterdirler. İçinde yaşadıkları toplum onları tükettikçe onların topluma sevgisi katlanarak artar. Toplum dişlerini onlara geçirdikçe onlar şeytani bir hazla kahkahalar ata ata kendilerini toplumsal çarkın dişlileri arasına atar. Diş izleri ölümcüldür. Alınan ölümcül yaralardan kanlar sızar. Sızan kanlar damlar damlar göl olur ve onlar kendi kanlarında boğulur ölür. Onların cesetleri yüzeyde salınır durur, diptekiler sağolsundur.

© cengizerdem, 2005-2007
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...