Tuesday, April 28, 2009

“Zeno” Kimdir, Kim’(ler)in Hikâyesidir?


Hakkı Yücel


Yazar Cengiz Erdem’in ikinci kitabı “Zeno (Filozofun Bir Ölümlü Olarak Portresi)” (Cinius Yayınları) geçtiğimiz aylarda yayımlandı ve bir okuru olarak tıpkı birinci kitabı “Beni Bu Dışarıdan Çıkarın”da olduğu gibi elime yapışıp kaldı.. Kendi adıma bu vazgeçilmez ilişkinin hangi kurucu ve sürükleyici ögelerden oluştuğunu bir çırpıda söylemek belki zor.. Ancak yine de bunun, Erdem’in “gerçek hayatla kurmaca hayat” arasındaki boşlukta dolanıp duran metninin; ‘geleneksel/gerçekçi’ roman anlayışının lineer bir zaman akışı içinde seyreden, somut bir gerçeklik olarak orada anlam kazanarak okur tarafından kolay alımlanmasına ve duyumsanmasına yol açan o bütünlüklü “zaman-insan-mekân” birlikteğini bozmasından ve kurgusal yapısını altüst etmiş olmasından; bu bütünlüklü gerçeklik anlayışının çok ötesinde, dahası artık parçalanmış ve belirsizleşmiş hale gelen yeni bir gerçekliği önceleyen, bu gerçekliği gerek dil ve gerekse biçim çeşitlemeleriyle yeniden üreten ve bunu yaparken de karşılığını, sadece “dış dünyada” (dış gerçeklik olarak) değil, “iç dünyada” (iç gerçeklik olarak), yani hem bilinç, hem bilinçaltı ve hem de bilinçdışının uzayıp giden karanlık labirentlerinde arıyor, bu bağlamda okuruna yeni ‘ okuma alanları’ ve ‘özgürlükleri’ yaratmış olmasından kaynaklandığını söylemem mümkün..

Aslında tam da burası, geleneksel okurun (galiba hepimiz biraz öyleyiz) , modern ve modern sonrası (postmodern) romanın (edebiyatın) farklılığıyla yüzleştiği, ana yörüngesine belirsizliğin, göreceliğin ve aynı anda gün yüzüne çıkmaya hazır ihtimaller çokluğunun (çoklu hikâye/metin ihtimallerinin) yerleştiği ve buradan beslenerek yeni bir “yazar-metin-okur” ilişkisinin başladığı; bir bakıma yazarın ve yazdığı metnin performansı ve açtığı alanlarla ilintili olarak, okuru(nu)n onu ya yolun hemen başında terkettiği ya da peşine düşerek sonuna kadar onunla gittiği zor dönemeçtir...Yazar Cengiz Erdem ve metinleri, yaygın ifade biçimi ile söylersek, geleneksel/gerçekçi roman (edebiyat) anlayışına dair “ezberler”in bozulduğu , bir o kadar da tehlikeli bu zor dönemeçte doğuyor, çarpıcı bir gelişim gösteriyor, giderek özgünleşiyor ve en azından kendi adıma benim elime yapışıyor..

Yeni bir yazarın doğuşu olarak da nitelendirilebilecek olan bu yazı(n) serüveni hakkında kesin hükümler vermek için belki biraz erken..Ancak Erdem’in yayımlanmış iki kitabını yanyana koyunca (ve öncesinde yazdıklarını da düşününce) bunların, genç bir yazarın raslantısal ve iki atımlık baruttan ibaret yazı(n) serüveninin yapıtları olmadığını; aksine kendini sürekli besleyen donanımlı bir bilincin ve bilinçli bir seçimin, gelişmeye açık ve bir o kadar da doğurgan ifadesi olduklarını söylemek mümkün..Kurgusundan diline, biçeminden biçimine farklı metinler yazıyor Erdem ve bu farklılığını da, bu tür anlayışların kimi marjinal örneklerinde olduğu gibi, kör bir başıbozukluk, denetimsiz bir dağınıklık ya da saçma bir anlamsızlık ve yüzeysellik olarak değil; aksine yazı(n) serüvenini besleyen kök damarların ayırdında olarak ve bir bakıma “zamanın (değişen) ruhu”yla örtüşen kurmaca tekniklerini zorlayarak ve çoğaltarak sergiliyor.. İtiraf etmek gerekir ki bu, yüzeyde ve derinde farklı boyutlarda seyreden kaygan bir zemindir ve gerçe(kli)k de bu zeminde kayar, dağılır ve parçalanır..Bu yüzden okur onun tutamaklarını kolay kolay yakalayamaz, belki daha çok alttan alta hissedebilir (zaten yazarın yapmak istediği de herhalde büyük oranda budur); metnin kendisinin bu bağlamdaki farklılığı ise kaçınılmaz olarak farklı bir okur tipini – metnin kendisine katılacak ve onu yeniden üretecek- gereksinir.. “Zeno”yu okuduktan sonra başa döndüm ve bunları düşünerek sona doğru bir kez daha yürümeye başladım..

Erdem kitabına verdiği “Zeno” üst başlığına, “Filozofun Bir Ölümlü Olarak Portresi” alt başlığını ilave ederken, bilinçli olarak J.Joyce’un “Sanatçının Genç Bir Adam Olarak Portresi” romanına gönderme yapmakta ve bir bakıma durduğu başlangıç yerini belirlemektedir.. Burası ‘geleneksel/gerçekçi roman’ anlayışından ‘modern roman’ anlayışına geçişin yaşandığı, bu bağlamda ‘fay hattı’nın kırıldığı yerdir ve kök damarları da başta Joyce olmak üzere Woolf, Beckett vb. gibi yazarlardır ki, Erdem’in Joyce’a gönderme yapması da bu nedenle anlamlıdır..Devam etmektedir Erdem ve bu kez de Einstein’a göndermede bulunmaktadır ki bunun da anlamı; ‘gerçekçi’ romanın üzerine oturduğu ve hem kurgusal bütünlük, hem zamanın lineer akışkanlığı, hem mekânın üç boyutluluğu, hem romanın hikâyesinin ‘zaman-mekân-insan’ bütünlüğü ve hem de bütün bu sürecin arkasında yer alan Newton fiziğinin pozitivist mantığının; yirminci yüzyılın ilk yarısında gelişen ‘modern roman’da artık yirminci yüzyılın fiziği olan Einstein’le, onun zamanın lineer akışkanlığını bozan, ışık hızına göre değişkenlik kazanan, mekânın ve maddenin farklı koşullarda ve farklı boyutlarda görünümlerinin oluşabileceğini ima eden ve nihayet göreceliği öne çıkaran mantığıyla değiştiğinin ifade edilmiş olmasıdır..Erdem’in bir başka göndermesi ise Freud’adır ki, bunun da anlamı, onunla birlikte modern romanda insanın görünmeyen dünyalarına ısrarlı yolculukların başladığı, düşlerde ve fantazilerde gezinmelerin söz konusu olduğu, gerçe(kli)ği sadece dış dünyada ve dış dünyadaki haliyle değil, aynı zamanda bilinçte, bilinçaltında ya da dışında aranması ve yeniden üretilmesi bağlamında bir arayışa girildiğidir..Burada da bitmez Erdem’in göndermeleri ve onun sürekli beslendiği bir başka kök ana damara, Nietzsche’ye yönelir ki bunun da anlamı, onun dilin ‘metaforik bir yapı’ bir “seyyar metaforlar ordusu” tespitine özel bir vurgu yapılmasıdır..Aynı anda Kafka’nın ortaya çıkması ise, yalın ve kolay okunan bir dilin nasıl ‘metaforik’ bir zenginlik ve çağrışım yoğunluğu içeriyor olduğunu göstermesi bakımından önemlidir ve Erdem’in dilinin de benzer bir yalınlık ve ‘metaforik’ bir yoğunluk içermesi, Kafka ile kurulabilecek dil akrabalığını ortaya koyması açısından dikkat çekicidir..Ve sonra Foucault’ya yapılan gönderme gelir ki bu da kanımca Erdem’in ‘modern’ romanla ‘modern sonrası’ (postmodern) roman (ve dünya kuşkusuz) arasındaki gidiş gelişlerini açıklaması bağlamında değerlendirilmelidir..Uzatmak pahasına yazarın referanslarının burada da bitmediğini, örneğin “Zeno’nun Psikanalizden Felsefeye Meyleden Bir Sinemasever Olarak Portresi” ara başlığının zımnen “felsefe-psikanaliz-popüler kültür (sinema)” üzerinden okumalar yapan ve açılımlar sergileyen Zizek’e göndermeler içerdiği de söylenebilir..Ve kuşkusuz diğerleri..

İyi de bütün bu göndermelerle ne yapmak istemektedir Cengiz Erdem; bir malûmatfuruşluk mu, arapsaçı bir kolaj mı, entelektüel ukalalık mı, marjinal bir çıkış mı..? Kanımca hiç de böyle değil..Bu yolla yazar daha kitabın ilk sayfasında “Hayatın ve edebiyatın var olabilmesi için aralarında bir mesafe olması şarttır....yazıyla hayat arasındaki boşluk ortadan kalkınca” kitabın(ın) da (hayatın mı yoksa) sona ereceğinden söz ederken; bir bakıma parçalanarak belirsiz hale gelen gerçe(kli)ğin arkasında bıraktığı ‘boşluk’u işaret etmekte, ve belki de bu kadar parçalı hale gelen gerçe(kli)ğin sadece Cengiz Erdem’le değil, bu çokluğa ve parçalılığa denk düşecek çoklu yaklaşımlarla (farklı yazarlar, görüşler) ve metinlerle (kimi zamanlar bazı metinlerden alıntılar yapması da bundan) kuşatılabileceğinin altını çizmek istemektedir..Nitekim bu yaklaşım bugünün romanında ‘metinlerarasılık’ adıyla sıklıkla kullanılan bir yöntem olarak uygulana gelmektedir.. Erdem bununla da yetinmemekte, bu ürpertici ve bir o kadar da heyecan verici ‘boşluk’un doldurulması bağlamında bir başka yöntemi, ‘üstkurmaca’ yöntemini kullanarak kendi metnini nasıl yazdığını anlatmakta, bizatihi metnin kendisini metnin ana konusu –belki kahramanı- haline getirmekte (bu aynı zamanda gerçe(kli)ğin kurgusallığına da bir göndermedir) ve bu arada da o çok sık kullandığı, kâh sevgiyle okşadığı kâh lânetlenmiş olduğunu haykırdığı (ama aynı anda lânetinden arındırmak istediği), “Ey sevgili ve lânetli okur”una da bir yerde metne katılma ve o metni yeniden üretme çağrısı yapmaktadır..

Sonuç itibarıyla denilebilir ki, Cengiz Erdem’in metni biçimden biçeme, dilden ( o dil ki yazar onunla kökünden kesip koparacak ve bir sessizliğin içinde yeniden kurmaya soyunacak kadar cebelleşmektedir) kurguya varan bir çeşitlilik içinde yol almaktadır..Bu çeşitliliğin ve farklılığın okurla metin arasında özel bir ilişkiyi gereksindiği ise çok açıktır..Bir bakıma metnin alımlanmasını zorlaştıran bu durum, kanımca Erdem’in başından beri bilinçli tercihidir..Çünkü bu yolla yazar, bir yandan okuru metne ve metin üzerinden gerçe(kli)ğin kendisine yabancılaştırırken ve onunla metin arasına adeta aşılması zor bir mesafe koyarken (çoğu zaman okur tam da burada yazarını ve metni terk eder) ; bir yandan da bîzatihi bu yabancı(laştır)manın (bugünün insanının yabancılaşmış halinin) onu hayatla ve gerçe(kli)ğin bu haliyle yeniden yüzleşmesi gerektiğinin esas nedeni olduğuna işaret etmektedir..Ve bu yüzden metin boyunca çeşitli göndermelerde bulunup alıntılar yaparken (derin sularda yüzerken) , motifler çizip ürkütücü ve de grotesk karşıtlıklar oluştururken, dil biçem ve biçim oyunlarına girerken, hasılı onu neredeyse içinden çıkılmaz labirentlerde dolaştırırken, aynı zamanda kendisi geriye çekilerek (metin artık sona ermiştir ve şimdi yazar sözü okuruna bırakmıştır) ona “Ey sevgili/lânetli okur, engel diye gördüğün şeyler senin bu metne (hayata) katılacağın ve orada gerçe(kli)ği yeniden üreteceğin özgürlük alanlarıdır” çağrısında bulunur..

Belki bu yüzden metnin sonuna gelip de Cengiz Erdem aradan çıkınca, kendi kendime şu soruyu sordum: Zeno kimdir ve burada anlatılanlar kim(ler)in hikâyesidir..? Her ne kadar yazar başlangıçta kahramanının kök ağacını Antik Yunan’a kadar uzatıp akademiadan geçiriyor ve sonra da arka kapağa “içe dönük infilâklardan medet uman garip bir düşünme biçiminin girdaplarında boğulan bireyin kendi yarattığı labirentte kayboluşunun ve çözümü sevgide bulmak suretiyle yenden doğuşunun öyküsü..” diye not düşerek, sonuçta isimsiz ‘birey’in varlığında Zeno’yu ve hikâyesini çoğaltıyorsa da; doğrusu ‘Zeno’ bende ‘kseno’ (yabancı) sözcüğünü çağrıştırarak, onun dolayımıyla anlatılanların bir yabancılaşma ve ona dahil olanların hikâyesi olduğu düşüncesini uyandırdı..

Cengiz Erdem çağrışımı yoğun, ucu açık metinlerini çarpıcı bir biçimde kurguluyor; bu yolla görünür ve gündelik hayatlarımızın ve ilişkilerimizin arkasındaki gizli dünyalara dalıp çıkıyor, oradaki yapaylığın ve yüzeyselliğin altındaki derin öze vurgu yapıyor, gerçe(kli)ği (yıkarak) yeni gerçek(lik)ler için ‘özgür’ alanlar açıyor ve okurunu da bu serüvene katılmaya çağırıyor..İtiraf etmeliyim ki bu hikâye(ler)den etkilendim ve ilk kitabı “Beni Bu Dışarıdan Çıkarın”ın ardından yazdığım yazının sonunda onun için yaptığım “bu genç yazara dikkat” uyarısında haklı olduğumu anladım..

Şimdi bir kez daha hatırlatmak istiyorum ki, bu genç adam işini iyi yapıyor.

(c) Hakkı Yücel, Afrika Pazar, 2008.

No comments:

Post a Comment

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...