Friday, May 1, 2009

Amsterdam'da Aşk ve Ölüm


11 Eylül
Deniz seviyesinin bile altındaki bu şehir yazan, çizen, üreten, çalan, çırpan insanlarla doluydu. Bense ölmekten başka yapacak bir şey kalmadığından emindim. Ne var ki bu bilgi o kadar acıydı ki bir türlü çiğneyip, sindirip, sıçamıyordum kendisini. Yani işte adeta geviş getirir olmuştum kendi kendimi öldürmek düşüncesini. Lakin elbette ki bir sebebi vardı bunun, yani benim intihar fikrine sıcak bakmakla birlikte sıcak baktığım bu fikri hayata geçirmek hususunda yaşadığım felç halinin. Nedendir bilinmez, bu yıllardır böyle sürüp gidiyordu. Ben hep bir takım şeylerin fikirlerine sıcak bakıyordum, ama her ne hikmetse iş bu fikirleri hayata geçirmeye gelince söz konusu eylemle arama derecelerle ölçülemeyecek, soğuk kelimesinin tanımlamakta yetersiz kalacağı bir soğukluk giriyordu. Bu muazzam soğukluk varlığımın o kadar derinlerine nüfuz edegelmişti ki, neredeyse kan damarlarımda donup akmaz olacak ve ben fikri hayata geçirmesem de fikir, yani intihiar fikri kendi kendini benim hayatıma geçirip beni yavaş bir ölümün kölesi kılacaktı, ki sevgili okur, nitekim işte kılmıştı ve kılmaya da devam ediyordu zaten.
Peki ama neydi beni bu biçare hale düşüren? Parasızlık mı? Parasız olduğum doğruydu. O kadar ki son üç gündür sadece patates yemiştim. Yalnızlık mı? Yalnız olduğum da doğruydu, zira insanlarla ilişkilerim maddi alışverişlerde gereken diyaloglardan öteye gitmiyordu. Tamamen yalnız olmakla beraber kendimden de bir o kadar uzaktım. Yani bizzat ben kendim bile dışımdaydım kendimin, kendimin ki bir hiçliğin dünyamıza yansımasıyla zuhur eden bir yanılsamadan başka bir şey değildi kanaatimce gelinen noktada.
Amsterdam’ın havasından, suyundan, enleminden, boylamından olabilir mi acaba bu melankolik ruh hali? Van Gogh da bu diyarlarda kesmişti kulağını. Yeri gelmişken hemen belirteyim, dört metrekarelik odamı barındıran bu evin hemen yanındaki duvarda Van Gogh’un afişi var. Yarısını yırtmışlar, kimisi başına saç yapmış, kimisi gözüne gözlük takmış, Van Gogh öyle bakıyor kendi çizdiği portreden, aklında iki soru: “Mezarımda bile huzur bulamayacak mıyım ben? Nedir benim çektiğim ressamlığım yüzünden bu insanlık bozuntusu Amsterdam halkından?” Yeri gelmişken söyleyelim, afişin sebebi geçtiğimiz haftanın Van Gogh haftası olması. Van Gogh haftaya damgasını vuramasa da kendi portresini Amsterdam’ın duvarlarında görmek nedense terapötik bir etki yarattı bende. Kim bilir, belki de Van Gogh’un da buralarda yaşadığını bu sefer farklı bir biçimde anımsayarak ona duyduğum empati özdeşleşmeye dönüştü. Elbette ki bu özdeşleşme kulak kesme noktasına varmayacak bende, bilakis Van Gogh bunu daha önce yapmış olduğu ve ben bunu ilk duyduğumda irkilmiş bulunduğum için her ne olursa olsun kulak kesmenin doğru olmayacağını halizhazırda biliyorum. Van Gogh kulak kesme eylemini hayata geçirerek akıl-içi ve akıl-dışı arasındaki sınırı çizmiş oluyor böylece. Tabii eğer bu ikisi zaten iç içedir diyorsanız durmayın, buyurun kesin kulaklarınızı ta en diplerinden.

Ekim

Hayatın zorluklarıyla mücadelede yeni bir döneme girildi. Öyle bir dönem ki bu Boris bile şaşıyor bu dönemin hayatımızda sağladığı açılımlar karşısında. Boris ev arkadaşım. Kendisinin tımarhaneden yeni çıkmış ve sosyal hayat karşısında ne yapacağını bilemez bir hali var. Bu arada aramıza adını henüz bilmediğim bir bayan katıldı. Patron Boris’in odasının yanındaki odayı verdi kıza. Bu ikisi en üst katta, yani üç-buçukuncu katta kapı komşuluğu yapıyor şimdi. Pek komşuluk denemez aslında buna, zira birbirlerini görmemek için sadece ötekinin evde olmadığı zamanlarda çıkıyorlar odalarından. Benim kapı komşumsa Fransa’da şimdi. Tatile gitti sevgilisiyle. Onun da adını bilmiyorum; tek bildiğim bütçesine ek gelir sağlamak için arada sırada, kaliteli müşteri bulduğu zaman işte, fahişelik yapması. Takdirle karşılıyorum kendisini. Sessiz ve derinden yürütüyor işini. Pencere fahişeliği yapmak yerine bir fabrikada iş bulmuş kendine. Ne idüğü belirsiz turistlerle yatıp kalkmamak için iş arkadaşlarına veriyor para karşılığında. Yalnızlar diyarı Amsterdam’da seks yapmak suretiyle cinsel ihtiyaç gidermek o kadar kolay ki sevgili okur, insan istese de sürekli bir sevgili sahibi olamıyor. Herkes hep yalnız ve/fakat herkes sürekli sevişiyor. Bu derece yaman bir çelişki ise sen de takdir edersin ki insanın akıl sağlığını derinden etkiliyor, kalpte çarpıntıya sebep oluyor. Olmuyor yani sevgili okur, Amsterdam’da ilişki yürümüyor. Belki de bu yüzden sürekli değişiyor deniz seviyesinin altındaki bu şehrin sakinleri. Gelen bir-iki seneden sonra varoşlara göç ediyor. Tabii burada varoş derken Hollanda’nın kırsal kesimini kastettğimi akılda tutmakta fayda var. Zira Hollanda zaten büyük bir şehir gibi adeta. Yer yer köyleşiyor gerçi ama ortaçağdan kalma köyleri andıran yerleşim birimlerinden arabayla on dakika uzaklıkta irili ufaklı modern yapılar çıkabiliyor insanın karşısına. Ülke deniz seviyesinin altında olduğu için mimari çok gelişmiş, inanılmaz boyutlara ulaşmış hatta. O kadar ki denizin içine kasabalar kurulur, şehirlerdeki eski binaların çürüyen temelleri binaları yıkmadan yenilenebilir olmuş. Bizim evimiz ise son derece eski. Temellerin ne durumda olduğunu tam olarak kestiremiyorum tabii, ama binanın en geç beş yıl içerisinde temellere kadar inen bir tadilattan geçirilmesi gerektiği su götürmez bir gerçek formunda zuhur ediyor her gün, onu biliyorum. Buna rağmen bu binada yaşıyorum. Geleceğin getireceklerine sonuna kadar açığım anlamına mı geliyor bu? Yoksa kaderime boyun mu eğiyorum yıkılmaya yüz tutmuş bu binada yaşamakla? Ne internet var, ne de televizyon. Cep telefonu var ama onun da kontörü yok. Aramak istiyorum herkesi, arayamıyorum kimseyi... Herkes beni kötü sanıyor. İyi olduğum söylenemez tabii ama tüm kötülüğün kaynağı olmadığım da bir gerçek. Organizma biçim değiştirir ya hayatta kalabilmek için, ben de işte öyle biçim olmasa da kişilik değiştirmek durumunda hissediyordum kendimi hayatta kalabilmek için.

Bir Kasım Pazarı

Son üç gündür sadece kuru ekmek yedim. Hatta üçüncü güne gelindiğinde ekmekler küflenmişti, küflerini ayıklayıp yedim. O derece nahoş bir durumdayım yani. Şikayetçi değilim fakat halimden. “Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi” sözünü içime sindirip bünyemden dışlayalı çok oldu. İnsanları affetmeyi öğrendiğimden beridir sıhhatin manasına daha bir aşina oldum sanki. Şimdi benim içinde yaşadığım bu tarihi ev yansa, üç günlük otel parasına uçak bileti alıp Kıbrıs’a mı dönerim, yoksa ucuz bir barınak bulana kadar 70 € geceliği bir otele mi sığınırım? Konumuzla alâkası yazı bittiğinde anlaşılacak şu cümleler bu soruyu yanıtlamamızı kolaylaştırır niteliktedir: “İçinde yaşadığım tarihi ev derken” sanmayın ki dev bir ortaçağ şatosunda yaşıyorum, bilâkis burada son derece eski, sağı solu dökülen, muslukları açılıp kapanmayan, ikinci dünya savaşından sonra tamir-tadilat yolunda el temasına pek maruz kalmamış, muslukları açılıp kapanmayan, soğuk-sıcak su ayarı bozuk, farelerin ve envai çeşit haşaratın fink attığı, kim bilir belki de eskiden fuhuş yuvası olarak kullanılan, Amsterdam’ın merkezindeki konumuyla haftanın yedi günü yirmi dört saat hiç durmaksızın insan, hayvan, obje seslerinin yankılandığı daracık bir sokakta konumlanmış bu ucube yapıdan söz ediyorum, ki bence aslında Türkçe’de öyle bir kullanım hata olarak nitelendirilecek olsa da “bu ucube yapıyı söz ediyor, sözden yapı, yapıdan söz yapıyorum,” vebugibi dense daha anlamlı olacaktır. Yaşadığım evin karikatürize edilmiş hali böyle bir şey işte. Küçük odamın zor açılıp kapanan, açılınca açık kalması için altına tahta konması gereken dev pencereleriyle cebelleşerek yatıyorum her akşam ve tabii cebelleşerek kalkıyorum her sabah bu evde ben.

İki Kasım

Yapacak pek bir şey kalmadığının kesinlik kazandığı noktada olduğum artık su götürmez bir gerçek halini almıştı. Gelinen nokta öyle bir noktaydı ki bu noktanın ne ilerisine, ne de gerisine gitmek mümkündü. İleriye ve geriye gitmenin imkansız hale geldiği bir durum söz konusuydu anlaşılan. Hareket etmek namümkündü evet, lâkin bu orada durmanın mümkün olduğu anlamına gelmemeliydi, ki nitekim gelmiyordu da zaten. rada durmak da, en az orayı terk etmek kadar imkansızdı. Belli ki imkânsızlıklarla çevriliydi öznenin varlığı, o kadar ki neredeyse bunu söylemeye bile gerek yoktu. Ama gerek olmadığı halde söylenmişti bu. Biri bu meçhul öznenin durağanlığa hapsolduğunu dillendirmek ihtiyacı duymuş ve bu ihtiyacı karşılamak yönünde eyleme girişerek söz konusu bariz hakikati dil vasıtasıyla kitleye aktarmıştı. Eğer böyle bir oluşa herhangi bir varoluş biçimini temsil yetkisi vermeye ve söz konusu özneye varlık sıfatını yakıştırmaya cüret, ona bu sıfatı layık görmeye teşebbüs edecek bir kendinibilmez çıkmasaydı her şey çok farklı olabilirdi, olacaktı da zaten, ama olmadı. Peki neden? Zira ben işte o kendinibilmez olarak bir anda ortaya çıktım ve imkânsızlıklarla çevrili, şimdiki zamana hapsolmuş, ne ileriye, ne de geriye gidebilen bu biçare düşmüş öznenin kendini içinde bulduğu duruma yazıyla müdahale ettim.

5 Kasım

Amsterdam’da her an siniri krizi veya cinnet geçiren birisini görebileceğiniz gibi, neşeden kuduran ve bu vesileyle çığlıklar veya kahkahalar atan birini görebilirsiniz.
Bu bence çok iyi bir şeydir zira insanın monoton hayatına renk getirir hiç beklnmedik bir anda sosyal normların tamamen dışında hareket eden birisini görmek. Sekiz saatlik çalışma sürecinde bu tür nahoş hadiselere hoş anlamlar kazanıyor sevgili okur. Can sıkıntısının ilacıdır anormal davranış sergileyenlerle muhatap olmak.

6 Kasım

Amsterdam’ı Kuzey soğukları bastı bir anda. Bu arada ben yoldan geçmekte olan temizlik aracının çıkardığı sesi rüzgâr sesi sanmak suretiyle Kuzey soğukları yerine Kuzey rüzgârları yazmak gafletine düşmek üzereydim ki söz konusu araç sinyal sesi çıkardı ve Kuzey soğukları yazmayı başardım son anda. Böylelikle sen de yazma işinin aslında ne kadar macera dolu bir uğraş olduğunu gördün sevgili okur. Eğer son anda soğuk yazmayıp rüzgâr yazsaydım sen de takdir edersin ki içine düştüğüm gafletin haddi hesabı olamayacak, delâlet sınır tanımayacaktı.
Bu arada yazıma da kendimle çelişkiye düşmek pahasına Soğuk Rüzgârlar adını vermeyi uygun buldum.
Bu kadar çabuk beklemiyordum aslında soğukları. Mesela çorap giymek farz oldu şimdi. Pencere açmak akıl kârı olmaktan çıktı çıkacak. Hafif hafif kışlıklara geçiliyor.
Ne kadar arzulardım biliyor musun sevgili okur seninle aynı mevsimi yaşıyor olmayı?
Nereden bileceksin, senin ayakların üşümüyor ki.
Ama tabii diğer yandan şu da var: Ben nereden bileceğim ki senin benimle aynı mevsimi yaşamak istediğini? Ben sıcaktan yanıp kavrulmuyorum ki.
Şimdilik son derece gereksiz, hakkında yazılmaya değmez konularla bezeli olmakla beraber sen de takdir edersin bu yazının en azından estetik açıdan ipe sapa gelir yanları mevcuttur sevgili okur.
Bir bakalım mesela ne söylendiğine?
Amsterdam soğur. Yazar odasında yazı yazmaktadır. Yoldan temizlik aracı geçer. Yazar temizlik aracının sesini rüzgâr sesi sanır. Tam rüzgâr yazacakken bu sesin rüzgâr sesi olmadığını anlar. Soğuk yazar.

26 Kasım

Gene göstericiler geçti sokaktan. Bu daracık sokaklar kim bilir nelere sahne olmaktadır şu anda. Benimse takadim kalmadı başımı kaldırıp camdan dışarı bakmaya bile. Duyduklarımla yetinmeyi seçtim son günlerde. Aklımın bir kısmıyla idare ediyorum işte. O kadar sıklaştı ki son haftalarda bu gösteriler, dışarıdan gelen gürültü ve patırtının şiddeti bile şaşırtmaya yetmiyor beni. Herkes her hün bir şeyleri protesto ediyor ve her ne hikmetse hep şiddetle sonuçlanıyor bu protesto gösterileri. Ya göstericiler girmemeleri gereken sokaklara giriyor, ya da polis gereğinden agresif davranıp bir dizi yıkıcı eylemin tetiklenmesine sebebiyet veriyor. Sonra bir kovalamacadır başlıyor Amsterdam denilen bu esrarengiz lâbirentin dehlizlerinde. Son günlerde güneş de doğmaz oldu, bir karanlıktır çöktü kentin üstüne. Havalar son derece dengesiz. Evin içinde fareler fink atıyor, kimsenin kılını kıpırdatıp muhatap olacak hali yok.
***
Boris’in banyo-tuvalet kapısını eşiğine çivilemesinin üzerinden iki gün geçti. İki gündür evdeki herkes şu veya bu şekilde ve/fakat kesinlikle ev dışında gideriyor dışkılama, yıkanma, arınma ve daha başka ihtiyaçlarını. Kapının eşiğe çivilenmesi hadisesi ise şöyle zuhur etmiş olsun meselâ: Boris’in sesini duydum. Deli gibi bağırıyordu. Sonra ariayı çalıştırdı ve olan oldu. Fazla uzatmaya gerek yok. Birine sinirlendi ve tuvalet kapısını eşiğe çiviledi. Olayın detaylarına girecek kabiliyetim yok şu anda benim.
***
Burada havalar o kadar soğudu ki sevgili okur, envai çeşit aktivitenin bulunduğu bu şehrin sokakları bile bomboş şimdi. Gelen turistlerse başlarını sokacak bir yer bulup yanlışlıkla çıktıkları bu tatilin hesabını soruylarlar kendilerine, THC kanlarını mesken tuttukça kendine. İşin ilginç yanı sokakların boşluğu bende bir memnuniyet yaratıyor. Sanki kimse dışarıda olmayınca benim içeride olmamın herkes dışarıda olduğu halde benim içeride olmamdan farkı varmış gibi. İnsanlar soğuk olduğu için çıkmıyor sokağa, bense insan olmadığı için çıkıyorum aynı sokağa. Aynı sokakta bir Çin restoranı, bir berber, bir coffeeshop, bir iletişim dükkânı, bir-iki pub, bir-iki biftek restoranı, bir burger-bar, bir elbise mağazası ve Van Gogh’un portresinin asılı olduğu bir duvar var. O duvarda başka posterler de var. Polis helikopterleriyse boş durmuyor, dönüp duruyor şehrin üzerinde. Sanki bir şey olması gerekiyormuş, her şey her an patlak verebilirmiş gibi bir hava estirilmiş oluyor böylelikle.
***
Sokaktan sürekli deliler geçiyordu. Ya da belki de onlar normaldi ve ben kendimi haddinden fazla normal gördüğüm için onları deli sanıyordum ve bu da beni yarı-deli yapıyordu. Tıbbın kitabına göre her şey oldukça açık ve netti, lâkin biz şimdi ölüler kitabındaydık ve işler hiç de diriler kitabına atılmış bir dip-nottan başka bir şey olmayan tıbbın kitabına göre yürümüyordu buralarda. Ölülerin kendilerini ölüler kitabında olduklarına inandırması ve bu inançla diriler kitabına geçmesi, yani bir başka deyişle dirilmesi gerekirdi. Bu diriliş için gerekli ilk şart ise artık bir ölü olduğunu kabullenebilmekti. Ölüler ancak ölü olduklarını kabullenirlerse dirilmeye muktedir olabilirilerdi. Ölüler kitabında olsak da bazı kurallar dilin yaşama dair olması gereği diriler kitabının gramerine göreydi. Gramerden gramere ise fark vardı. Sentaksı parambarça edecek bir dil gerekiyordu bana kendimi içinde bulduğum bu anlamsız rutinden kurtulabilmek için. Artık kesinlikle birinci tekil şahısta ve geçmiş, gelecek ve şimdiki zamanlar arasında sürekli gidip gelen bir zamanda yazacaktım ne yazacaksaydım. Baudelaire ve Rimbaud okuyacak, Fernando Pessoa ve William Shakespeare’i yad edecektim edebi işlerle uğraştığım gecelerde. İşin çindeki bit yeniklerini saymaktan bitap düştüğüm günler gelecekti sonra ve şunları kaleme alacaktım kendimi içinde bulduğumu duruma son derece kayıtsız bir kudretle: Dünyada gidecek yer kalmamıştı. Yer olsa bile, bende o yere gidecek enerji kalmamıştı. Tek yapabileceğim içinde bulunduğum yer neresiyse oradan kaçmak için yazılması gerekenleri yazmaktı. Bitmek bilmez bir kaçışa hapsolmuştum belli ki.

Yazı (c) Cengiz Erdem, 2007.
Foto (c) John Paul Bichard, 2004 .

No comments:

Post a Comment

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...