Sunday, April 19, 2009

ADA: Hiç Gelmeyecek Bir Günü Beklemekle Geçiyor Yıllar

Michel Foucault Hapishanenin Doğuşu: Gözetim ve Ceza adlı başyapıtında mimar ve düşünür Jeremy Bentham’ın yeni bir hapishane modeli olarak tasarladığı ve Panopticon adını verdiği, zamanına göre (Ondokuzuncu yüzyıl) devrimci sayılabilecek gözetim ve denetim mekanizmasını modern zamanlardaki iktidarın işleyiş biçimini gözler önüne seren bir metafor olarak lanse eder. Foucault’ya göre Panopticon mahkûmların hareketlerini, davranış biçimlerini ve hatta düşüncelerini kontrol altında tutan bir aygıt, bir makinedir adeta. Panopticon iç içe geçmiş halkalardan oluşan bir binadır ve tam ortasında bir gözlem kulesi bulunur. Mahkûmların hücreleri bu gözlem kulesinden rahatlıkla görülebilecek şekilde dizilmiştir. O kadar ki mahkûmun kendisi ne kadar saklanmaya çalışırsa çalışsın hapishanenin mimari yapısı vasıtasıyla oluşturulmuş ışıklandırma düzeneği öyle bir tasarlanmıştır ki mahkûmun gölgesi rahatlıkla görülebilir kuleden. Sürekli gözetim ve denetim altında tutulmakta olduğunu bilen mahkûm şahsiyet zaman içerisinde kendisini kuledeki gardiyanın gözüyle görmeye ve o gözün beklentileri doğrultusunda hareket etmeye başlar. O kadar ki artık kulede bir gardiyan olup olmadığı bile önemsizleşir, zira zaten artık mahkûm hapishanenin gözünü, otoritenin bakış açısını içselleştirmiş ve otomatikman mahkûmluk rolünü benimsemiştir. Dolayısıyla çoğu zaman kulede bir gardiyan tutmaya bile gerek yoktur artık, ne de olsa zaten mahkûmlar sürekli kulede bir gardiyan varmış gibi hareket etmeyi alışkanlık haline getirmişlerdir.

"Çevrede halka halinde bir bina, merkezde bir kule; bu kulenin halkanın iç cephesine bakan geniş pencereleri vardır; çevre bina hücrelerle bölünmüştür, bunlardan her biri binanın tüm kalınlığını katetmektedir; bunların, biri içeri bakan ve kuleninkilere karşı gelen, diğeri de dışarı bakan ve ışığın hücreye girmesine olanak veren ikişer pencereleri vardır. Bu durumda merkezi kuleye tek bir gözetmen ve her bir hücreye tek bir deli, bir hasta, bir mahkûm, bir işçi veya bir okul çocuğu kapatmak yeterlidir. Geriden gelen ışık sayesinde, çevre binadaki hücrelerin içine kapatılmış küçük siluetleri olduğu gibi kavramak mümkündür. Ne kadar kafes varsa, o kadar küçük tiyatro vardır, bu tiyatrolarda her oyuncu tek başınadır, tamamen bireyselleşmiştir ve sürekli olarak görülebilir durunmdadır. Görülmeden gözetim altında tutmaya olanak veren düzenleme, sürekli görmeye ve hemen tanımaya olanak veren mekânsal birimler oluşturmaktadır. Sonuç olarak, hücre ilkesi tersine döndürülmekte veya daha doğrusu onun üç işlevi – kapatmak, ışıktan yoksun bırakmak ve saklamak— tersyüz edilmektedir; bunlardan yalnızca birincisi korunmakta, diğer ikisi kaldırılmaktadır. Tam ışık altında olma ve bir gözetmenin bakışı, aslında koruyucu olan karanlıktan daha fazla yakalayıcıdır. Görünürlük bir tuzaktır." (1)

Panopticon denilen bu hapishane modelinin önemi modern toplumlardaki iktidarın işleyiş biçimini temsil eden bir yapıya sahip olmasıdır. Biliyoruz ki modern toplumla birlikte merkezi iktidar çözülerek bireylerin içine işlemiştir. Ölüm ilanı vermeye hevesli pek çok kişi merkezi otoritenin bu çözülüşünü iktidarın ölümü olarak telakki etmiştir, ama bu son derece yanlış bir yorumdur, zira iktidar ölmemiş, sadece şekil değiştirmek ve kendisini görünmez kılmak suretiyle gücüne güç katmıştır sevgili okur. Artık iktidar toplumu oluşturan bireylerin dışında değil, içindedir. Yani toplumu oluşturan bireyler kendilerini içinde buldukları sistem tarafından öyle bir kurulmuştur ki artık onlara ne yapmaları, nasıl davranmaları gerektiğini söylemek bile gereksizleşmiştir, zira onlar zaten sistemin aksamadan çalışması için oynamaları gereken rolü oynamaya dünden razı bir hale getirilmişlerdir.Bu durumu gözler önüne seren en güzel örneklerden biri Michael Bay’in yönetmenliğini yaptığı The Island, yani Ada filmi. Yirmibirinci yüzyılın ortalarında geçen bu bilim-kurgu filmi George Orwell’in 1984 adlı meşhur romanını çağrıştırmakla beraber, filmde Büyük Birader Panopticon’dakinden bile daha derinine nûfuz etmiş şu zavallı öznelerin. Film Ewan McGregor’un canlandırdığı Lincoln Six-Echo’nun bir kabustan uyanmasıyla başlar, ama ne seyircinin ne de kahramanımızın bildiği şey aslında kahramanımızın bir kabustan gerçek olduğunu sandığı ama aslında gerçekle hiç bir alâkası olmayan son derece steril bir dünyaya uyanmış olduğudur. Lincoln uyanır uyanmaz kendisine bir hoparlör vasıtasıyla akşam rahat uyumadığı, kabuslar gördüğü, dolayısıyla da derhal psikiyatristini görmeye gitmesi gerektiği söylenir. Yatağından kalkan Lincoln tuvalete işemeye gider. İşedikten sonra aynı hoparlör kendisine idrarının yeterince temiz olmadığını, içinde yabancı maddeler bulunduğunu, dolayısıyla da diyetine dikkat etmesi gerektiğini söyleyerek tüketmemesi gereken besinleri sıralar. Yani kısacası kahramanımız Lincoln Six-Echo rüyalarından sidiğine kadar denetim altında tutulduğu bir ortamda yaşamaktadır. Bu ortam aslında çölün ortasında, yerin yedi kat altına kadar inen dev bir mekanizma, klonlama yöntemiyle insan üreten bir fabrikadır sevgili okur. Lincoln ise tüketilmek için üretilmiş bir üründen başka bir şey değildir. Amerikan Savunma Bakanlığı’nın eskiden askeri araştırmalar yapmak ve silah üretmek için kullandığı yeraltındaki bu yapı çok büyük bir sağlık korporasyonuna devredilmiş ve bu sağlık korporasyonu da burada çok büyük paralar(kişi başı beş milyon dolar) karşılığında sağlık sorunları olan çok zengin kişilerin kopyalarını üreterek zamanı geldiğinde bu kopyaların organlarını bu kişilere satmaktadır. Lincoln Six-Echo aslında gerçek hayatta adı Tom Lincoln olan bir İskoç’un klonlanmış kopyasıdır. Tom Lincoln çok seks yaptığı için Hepatit virüsü taşıyıcısıdır ve hayatta kalmak için iki sene içerisinde Lincoln Six-Echo’nun bedenine ihtiyaç duyacaktır.İnsan fabrikası diye nitelendirilebilecek yeraltındaki bu enstitü şöyle çalışmaktadır sevgili okur: Sponsorlarından alınan genlerden üretilen klonlar ana-rahmi ortamında bir müddet bekletildikten sonra yeterince olgunlaştıklarına kanaat getirilince ağaçtan meyve veya tarladan karpuz toplar gibi hasat edilerek kullanıma sokulmaktadırlar. Klonların kimisi kalbi için, kimisi gözleri için, kimisi de derisi için üretilmiştir. Aslında fiziksel olarak normal bir insandan hiç bir farkı olmayan bu klonlara öncelikle birer hafıza ve birer de bilinçaltı kaydedilmektedir. Klonların beynine son derece hızlı bir görüntü ve ses akışı bir ekran vasıtasıyla neredeyse enjekte edilmekte, programlama süreci tamamlandığında klonlar sanki bir geçmişleri varmış gibi hissederek işbaşı yapmkatadırlar. Kendilerine seçilmiş kişiler oldukları, tüm dünyayı felakete sürükleyip insanlığın neredeyse yok olmasına sebep olan amansız bir salgın hastalıktan kurtulan ender kişiler olarak ne denli şanslı oldukları söylenmektedir. Hayatları sistemin muhafazası yolunda sürekli çalışmaktan ibaret olan bu zavallı klonlara kurtuluş umudu da lâzımdır tabii. Aksi taktirde klonlar hayatın anlamını sorgulamaya meyledecek ve içinde bulundukları durumdan tatminsizlik duyup şikayet etmeye başlayacaklardır. Dolayısıyla klonlar haftada bir düzenlenen bir piyango çekilişi sayesinde varlıklarının bir amacı olduğu yanılsamasına hapsedilmektedirler. Bu amaç dünyada kalan son cennet olan egzotik bir adaya gidecekleri günün gelmesini beklemektir sevgili okur. Kendilerine sürekli “sen seçilmişsin, adaya gitmek istiyorsun” denmiş ve neticede klonlar kendi kendilerini hayatın adaya gitmekten başka bir anlamı olmadığına kâni kılmışlar, dolayısıyla da varlıklarının anlamını sorgulamaksızın, neye hizmet ettiklerini bilmeksizin sürekli çalışmakta, adaya gidecekleri günün hayaliyle yatıp kalkamaktadırlar. Onbeş yaşındaki bir gencin seviyesine kadar eğitilen klonlar birer çocuk olarak kalmaya mahkûm bireyler olarak yetiştirilmektedir. Ama kahramanımız Lincoln tatminsizdir, mutsuzdur. Lincoln çok geçmeden bu işte ters giden bir şeyler olduğunu hisseder ve varlığını sorgulamaya başlar. Aslında korporasyonun yöneticisinden başka bir şey olmayan psikiyatristine konuyu açıp hayatın piyangonun kendine çıkmasını ve adaya gitmeyi beklemekten daha başka bir amacı ve manası olması gerektiğini söylediğinde aldığı yanıt şudur: “Ne kadar şanslı olduğunu göremiyorsun Lincoln. Salgından kurtuldun, burada rahatın yerinde, daha ne istiyorsun?” Lincoln bu yanıtla ikna olmaz tabii ve merak içersinde girmemesi gereken yollara girer, gitmemesi gereken yerlere gider, ve görmemesi gereken şeyler görür. Kanatlı bir böceğin peşine takılan Lincoln kendisini yapının gizli bir bölmesindeki bir hastanede bulur ve orada görür ki adaya gitmek üzere seçilen kişiler aslında ameliyat masasına yatırılıp gereken organları alındıktan sonra öldürülmektedir. Yani aslında salgın malgın yoktur dış dünyada, ada denilen yer ise klonları motive edip verimlerini arttırmak için uydurulmuş bir fantaziden başka bir şey değildir.Lincoln’un gerçeği öğrendiği günün gecesi o haftaki piyangonun çekileceği gecedir ve ne tesadüfütür ki o gece piyango Lincoln’un sevgilisi Jordan Two-Delta’ya (Scarlet Johansson) çıkar. Öldürülme sırasının sevgilisine geldiğini anlayan Lincoln derhal harekete geçer ve Jordan’ın odasına gidip ona gerçeği anlatır. Derhal kaçmaya başlarlar ve uzunca bir kovalamacadan sonra en nihayet yeryüzüne çıktıklarında kendilerini uçsuz bucaksız bir çölde bulurlar. Çölü koşarak aştıktan sonra küçük bir kasabadaki küçük bir bara varırlar. Burada Lincoln’un enstitüden tanıdığı bir kişiyle karşılaşırlar ve ondan gerçeği tüm çıplaklığıyla öğrenirler. Enstitünün çalışmalarını engellemek için Los Angeles’a gidip orjinallerini bularak onlara gerçeği anlatmaya karar verirler; belki böylece bu zulmü durdurabileceklerini düşünmektedirler.Filmin bundan sonrası tipik bir aksiyon filmine dönüşüyor ve Los Angeles sokaklarında geçen amansız bir kovalamacada pek çok araba hasar görürken, ölü ve yaralı sayısı da gittikçe artıyor. Tabii en sonunda kahramanlarımız başarıya ulaşıp enstitüyü havaya uçuruyorlar. Gerçeği deşifre edemiyorlar belki ama en azından tıp etiğine sığmayan bir çalışmayı, yani bitki yetiştirir gibi insan yetiştirip organ satan bir firmayı yok ediyorlar.Aksiyon kısmındaki pek çok saçmalığı saymazsak The Island son derece güzel bir film, en azından benim son dönemlerde gördüğüm en anlamlı bilim-kurgu filmlerinden birisi. Özellikle de Amerika’da daha şimdiden domuzları genetik mutasyona uğratıp kalbi bozulan insanlara nakledilmek üzere domuz kalbi üretilmesi yolundaki çalışmalar filmin gerçekçi bir yaklaşımla tasaralandığını gösteriyor. Ayrıca modern batı toplumlarındaki iktidarın yapısını da son derece etkileyici bir biçimde deşifre ediyor Ada filmi. Mesela insanların kendilerini bir hayal dünyasına hapsedip, sanal amaçlar uğruna bir ömür boyu sömüren sistemlere hizmet eder hale gelişlerini gayet anlaşılır bir dille gözler önüne seriyor. Emekli olup rahata kavuşacakları günün hayaliyle bir ömür boyu didinip duran insanlar emekli olduklarında bir de bakıyorlar ki ne para harcayacak sağlığa sahipler, ne de biriktirmiş oldukları paraların bir kıymeti var. Dolaşıma girmeyen para bankalarda dura dura değerini yitiriyor ve hayatı boyunca çalışıp sağlığından olan insanların sağlık masaraflarını karşılamaya bile ya zor yetiyor, ya da hiç yetmiyor. Böylelikle egemen sistem gücüne güç katarken insan ölüyor ve çark döndükçe bu kısır döngü işte böyle sürüp gidiyor sevgili okur. Bu durum ise kişiyi şu soruları sormaya sevkediyor: İnsanın kendisini yok eden siyasi ve ekonomik bir oluşuma hizmet eder hale gelmeden var olabilmesi nasıl sağlanabilir? Kendini değil, insanı besleyen bir sevk ve idare modeli nasıl yaratılabilir? Sürekli dönüşüm ve değişimi temel ilke edinmiş bir mekanizma nasıl geliştirilebilir?

(1) Michel Foucault, Hapishanenin Doğuşu: Gözetim ve Ceza, çev. Mehmet Ali Kılıçbay (İstanbul: İmge, 2006), 295-6

*Panoptik toplumdan Süperpanoptik topluma geçiş sürecinin daha detaylı bir analizi için bknz...
http://cengizerdem.blogspot.com/2009/04/kudurmus-yeni-dunyada-yasam-ve-olum_3821.html

(c) Cengiz Erdem, 2007.

No comments:

Post a Comment

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...