Tuesday, April 21, 2009

Oyunu Bozmak, Oyunu Kurmak ve Büyüklerin Saçmalıkları

Leonardo Da Vinci, Foetus in the Womb.

Aslen Almanya doğumlu olmakla beraber çalışmalarının büyük bir kısmını İngiltere’de yalnızlık içerisinde sürdürmeyi seçen Melanie Klein çocuk psikanalizinin yaratıcısı ve en önemli kuramcısıdır. Freudcu psikanalizden radikal bir kopuş gerçekleştirerek anti-ortodoks, daha doğrusu a-ortodoks, yani durağanlık karşıtı, akışkanlık yanlısı bir duruşu benimseyen ve çocuk gelişimi ve pedagojisi üzerine yaşamı boyunca bıkmadan usanmadan araştırmalar yapan Klein’ın nesne-ilişkileri kuramı adıyla anılan teorileri lokâl olarak yurdumuzun, genel olarak ise dünyamızın mevcut durumu göz önünde bulundurulduğunda gittikçe artan bir öneme sahiptir.Klein’a göre çocuk daha dili öğrenmeden büyüklerin algıladığından farklı da olsa çevresindeki dünya ile derin ve karmaşık bir ilişki içerisindedir. Klein’ın nesne ilişkileri adını verdiği bu ilişkiler çocuğun dünyayı algılama biçiminde ve buna bağlı gelişiminde fantazmatik üretim ve hayal kurma yetisi gibi bilinç oyunlarının oynadığı önemli rolün altını çizmiştir. Klein Çocukların Psikanalizi adlı ilk kitabında paranoid-şizoid pozisyon diye tanımladığı yaşamın ilk yıllarını analiz etmiş, bu evrenin yerini dili kullanma yetisinin edinilmesiyle birlikte depresif pozisyona bıraktığını yazmış ve buna bağlı olarak da fantezinin yerini alan düşüncenin çocuğun iyi ile kötü arasındaki ayrımı yapabilecek idrak kabiliyetine kavuşmasını sağladığını belirtmişti. Klein bir diğer önemli yapıtı olan Haset ve Şükran adlı kitabına ise kendisini çevreleyen hasetli ortamın yarattığı bunalımın damgasını vuracak ve öznenin oluşumunda nesne-ilişkilerinin ve çocuğu çevreleyen sevgi veya nefret yumağının önemini vurgulamakla psikanaliz alanında muazzam bir devrim yapacaktı.Klein’a göre hepimiz yaşamlarımız boyunca paranoid-şizoid pozisyon ve depresif pozisyon arasında gidip geliriz. Yani aslında hiç kimse tamamen normal değildir ve olamaz da, çünkü dünya yapısı gereği normal bir yer değil, bilâkis son derece anormal hadiselerin cereyan ettiği bir yerdir. Bizler de dünyada yaşayan insanlar olduğumuza göre tüm bu anormalliklerden bağımsız bir biçimde normal insanlar olamayız. Normal olan tek şey normal diye bir şeyin olmadığıdır.Klein paranoid-şizoid ve depresif pozisyon kavramlarını yaratırken pozisyon kelimesini özellikle seçmiştir, zira bilmektedir ki bu pozisyonlar yaşamda birer ilerleme veya gerileme aşamasını ifade etmez. Bu ikisi daha ziyade arasında gidip geldiğimiz birer ruhsal durumdur. Diyalektik materyalizmi materyalist diyalektiğe dönüştürerek psikanalize uyarlamış bir insan olarak Klein’a göre paranoid-şizoid ve depresif pozisyonlar arasındaki gidip gelmeler bütünlüklerin statik yapısını bozmak ve statik olmayan akışkan bütünlükler oluşturmak arasındaki çalkantıları ifade eder. Eğer yaratıcılığın yaşamın anlamsız kaosundan bir bütünlük oluşturma eylemine verilen ad olduğunu akılda tutarsak Klein’ın teorilerinin içinde yaşadığımız koşullarla alakasını daha iyi idrak ederiz.Klein yeni bir şey yaratma sürecinde bütünlükleri bozmanın en az onları oluşturmak kadar gerekli olduğunu düşünüyordu. Yani yıkıcı dürtülerin, veya Freud’un kavramını kullanacak olursak ölüm dürtüsünün egemen olduğu paranoid-şizoid pozisyonda çocuk saldırgan ve yıkıcı tavırlar takınırken—oyuncaklarını kırmaya meyilli çocukları hatırlayınız—depresif pozisyonda çocuk kendi oyuncaklarını kırıp dökmüş olduğu için oynayacak oyuncak bulamaz ve üzüntü duyar, canı sıkılır ve bu can sıkıntısı neticesinde de oyuncaklarını kırmaması gerektiğini anlar; yani olgunlaşır. İşte bu olgunlaşma sayesinde kırıp dökme eğilimi geride bırakılıp onarma ve tamir etme arzusu doğar.Klein’a göre olgunlaşma sürecinde vicdan azabı önemli bir rol oynar, ki benim Klein’dan ayrıldğım nokta da zaten budur. Ben şahsen çocuğun vicdan azabı duymasının olumlu bir sonuç vereceğini ve çocuğu büyümeye sevkedeceğini düşünmüyor, vicdan azabı duymaksızın da doğru ile yanlış arasındaki ayrımın yapılabileceğini iddia ediyorum. Klein’ın bu hatasının İsa’nın çarmıha gerilmesi neticesinde duyulan vicdan azabı üzerine kurulmuş bir din olan Hristiyanlık geleneği içerisinde yetişmiş bir kişi olmasından kaynaklandığı, ve dolayısıyla da Hristiyan olmayan toplumlar göz önünde bulundurululduğunda geçerliliğini yitireceği türünde sözler sarfedenler olmuştur. Bu saptamalar bir noktaya kadar doğru kabul edilebilir zira tutarlı ve Klein’la alaklıdırlar. Ama ben bunlara katılıp katılmamayı bir tarafa bırakıp işin özüne inmeyi seven bir insan olarak bu eleştirilerin tutarlılık ve hatta doğruluk ihtimallerine rağmen yüzeysel ve yetersiz olduğunu belirterek vicdan azabının hem manik depresyona hem de daha şiddetli bir biçimde şizofreniye has ve paranoya tarafından kışkırtılan bir ruhsal durum olarak sorunun kendisi olduğunu, dolayısıyla da sorunun çözümünde işe yaramayacağını düşünüyorum. Yani olayı Klein’ın kendisini içinde bulduğu ve yaşamı boyunca da dışına atmak için didinip durduğu dinsel bir düşünce sistemine bağlamak yerine şunu söylemeyi seçiyorum: Çocukların dünyasında vicdan azabı diye bir şey yoktur. Vicdan azabı şiddetine bağlı olarak yetişkin manik depresyona ve şizofreniye has bir ruhsal durumdur. Paranoyak şahsiyetler içlerindeki kötülüğü dışa yansıtıp dünyayı saplantılarının küçük anahtar deliğinden hasetle izlemekte bir sakınca görmemekle kalmazlar, aynı zamanda dış dünya karşısında saldırgan tavırlar takınarak kendilerini şiddetin ve nefretin kölesi kılmayı da marifet bellerler. Paranoyakların tam aksine şizoid şahsiyetler ise kendilerinin sorumlu olmadığı konularda bile aşırı derecede vicdan azabı duyar, vicdan azabına mıhlanmış acı dolu bir yaşam sürdürürler. Depresif pozisyonda ise şizofrenlere özgü şiddetli vicdan azabı ve paranoyaklara özgü ötekine hükmetme ve haketmediği bir biçimde suçlu muamelesi yapma eğilimleri bir nebze olsun ortadan kalkar ve kişi mutsuz bilinciyle gerçeklerle yüzleşir. Yersiz vicdan azabı hisleri tamamen ortadan kalkmamıştır belki manik depresif şahsiyette ve/fakat en azından başa çıkılabilir bir düzeye inmiş, gerçeklikle bağlantıyı tamamen yok edecek ve dış dünyayla ilişki kurmayı imkansız hale getirecek boyutlarda seyretmemektedir artık. Yani kişi iyi ile kötünün içiçe olduğunu anlar ve bir şeyin iyiliğiyle kötülüğünü o şeyin içinde bulunduğu durumun belirlediğini idrak eder. Demek ki Klein’ın o noktada İsa’nın çarmıha gerilmesiyle duyulan vicdan azabı üzerine kurulan Hristiyanlığı bir gelişme olarak görmüş olması ve bu vesileyle de vicdan azabının olgunlaşmaya katkılarından söz etmekte bir sakınca görmemiş olmasının doğru olma ihtimali olsa bile bu volontarist ve indirgemeci bir değerlendirmedir ve Klein’ın konuyu bu derece indirgemeci bir temel üzerine inşa etmiş olduğu saptamasına varmak konuyu saptırmaktır. Bu tür yaklaşımların ise kimseye hizmet etmeyeceği, aksine insanlığı Klein gibi iyi niyetli bir insanın teorilerinden mahrum bırakarak insanlığın geleceğine zarar verme gayesi güttüğü aşikardır. Zira çocuğun aynı nesnenin aynı anda ve/fakat işte duruma göre hem iyi hem de kötü nesne olarak algılamasının, çocuğun iyi ile kötü arasında ayrım yapabilecek yetkinliğe ulaşmışlığının göstergesi olduğunu bizzat Klein’ın kendisi söylemiştir, ki sanırım bu da Klein’ın kendisine yöneltilen eleştirileri peşinen çökerttiğinin göstergesidir.Bence Klein içim mühim olan yapılan hatalardan olumlu sonuçlar çıkarabilmek ve hastayı olumlayıcı dönüşümlere tabi kılmaktır. Çünkü görüyoruz ki Klein’ın teorisi nefret üzerine değil, sevgi üzerine, olumsuzlama üzerine değil, olumlayıcılık üzerine kurulmuştur. Ama bununla beraber Klein’ın sevgiye giden yolda düşe kalka ilerleyen bir insanın, özellikle de bir çocuğun, işlemediği bir suçtan, büyüklerin aklı ile düşünülünce işlemiş gibi görünebileceği bir suçtan ötürü vicdan azabı duyması gerektiği yönündeki saptaması kendi teorisinin özüne ters düşmektedir. Zira büyüklerin dünyasında, yaptığı her hareketin suç sayıldığı bir dünyada çocuğun bu vicdan azabını duyabileceği pek de ikna edici değildir. Klein’a katılmadığım nokta işte budur: Bence özne suçlu doğmaz ama suç işlemek zorunda bırakılarak büyür. Ama bununla beraber şunu da söylemeliyim ki Klein’ın teorisi oldukça pratik ve kullanışlıdır everensel bir eleştirel teorinin gelişimi için, tabii eğer hataları olumlayıcı bir biçimde dönüştürüp geçmişten ders almayı öğrene ve öğrete/bilirsek.Nitekim aslen Cezayir kökenli bir Yahudi olan ünlü Fransız düşünürü Jacques Derrida metin analizleri esnasında suç işlemeyi olumlu bir şey olarak görür. İşe suç denilen şeyin önceden belirlenip özneye empoze edilen değerler ve kanunların bir ürünü olduğundan hareketle başlayan Derrida edebi yazarlarla eleştirel yazarlar arasında bir ayrım yapmaz ve ikisinin de yaratıcılıkla yokediciliğin içiçeliğinin bir sonucu olduğunu defalarca vurgular. Kendisine bu yüzden çok saldırılmıştır iki kesim tarafından da. Yaratıcı yazarlar işte Klein’ın an önce sözünü ettiğim o paranoid-şizoid ve depresif pozisyonlar arasında gidip gelen kişilerdir. Yaratıcılık, olanı, yani elde olan başka kitapları okuyarak, hatta yanlış okuyarak anlamını bozmayı ve daha sonra da bu yapısı bozulmuş anlamı yeniden kurarak ilerleme kaydedilmesini sağlar. Yani yaratıcılık yıkıcılığı içinde barındıran bir şeydir. Belki bir şey yapmak için başka bir şey yıkmak gerekmeyebilir, evet, ama eski bir şeyi yıkmış bulunmak yeni bir şey yaratmış olmanın bir sonucudur genelde.Derrida’nın deconstruction diye tabir ettiği ve anlamını tam yansıtmasa da Türkçe’ye yapıbozumculuk olarak çevrilmiş bulunan okuma tekniği aslında bir yazılmış olanı bozup yeniden yazma tekniğidir. Derrida metnin önce bildik, herkesçe kabul edildiği varsayılan anlamını gözler önüne serer, hemen akabinde ise bu egemen anlamın kendi içinde barındırdığı göz ardı edilmiş veya bilerek görmezlikten gelinmiş öteki-anlamlarını deşifre ederek mutlak anlamın kendi kendisini çökerten bir şey olduğunu gözler önüne serer. Derrida dil oyunları vasıtasıyla mutlak anlam denilen şeyin belirlenemezliğini ve ne denli kendi kendisiyle çelişen bir kavram olduğunu vurgular. Görüldüğü gibi Derrida’nın yaptığı aslında Klein’ın depresif pozisyonundan paranoid-şizoid pozisyona dönmek ve bu vesileyle de paranoid-şizoid pozisyona has bölme, parçalara ayırma, kırıp dökme eğilimini metin okumalarına uyarlamaktır. Bunu yapmakla aslında Derrida depresif pozisyonun varolabilmesi için paranoid-şizoid pozisyonu da kendi içinde barındırabilmesi gerektiğini gösterir. Derrida metnin kendi içinde bölünmüş olduğunu göstererek metni yeniden kurmuş olur ve böylelikle de mevcut ve alışılagelmiş bütünlüğün yapısını bozar. Bu yapıbozma, yani metni kendi içinde bölme ve parçalama işlemiyle biz okuyucular anlarız ki yaratıcılık ve yokedicilik, iyilik ve kötülük, çocukluk ve yetişkinlik, akıllılık ve akılsızlık, ilerleme ve gerileme, geçmiş ve gelecek, ve hatta ölüm ve yaşam içiçedir ve bütünlük denilen şey aslında bir yanılsmadan ibarettir. Zira parçalanmışlık bütünlüğün koşuludur. Ve her yetişkinin içinde bir çocuk ve her çocuğun içinde de dışarı çıkmayı bekleyen bir yetişkin vardır. Tıpkı bazı iyiliklerin içlerinde kötülüğü ve bazı kötülüklerin de içlerinde iyiliği barındırdığı gibi... (Demek ki Hegel haklıymış ve diyalektik materyalizm denilen şey dünyayı anlamak ve anlamlandırmak için gerçekten de son derece faydalı bir aygıtmış. Ama Marx, Hegel’den daha haklıymış çünkü Marx dünyayı anlamanın yetmediğini, anlama işlemini takiben dünyayı değiştirmek gerektiğini söylemiş Felsefi El Yazmaları adlı kitabında.)Egemen anlamlandırma biçiminin yapısıdır aslında bozulan ve Derrida bozduğu bu yapının yerine yenisini koymanın anlamsız bir çaba olacağını düşündüğü içindir ki pek çokları tarafından nihilist ilan edilmiştir. Oysa Derrida’nın yaptığı aslında yapıyı bozmak değil yapının zaten bozuk olduğunu ve onarılması için de yeniden bozulması gerektiğini göstermektir. Yani Derrida bozukluğun kendisini bozmak suretiyle egemen çarpıklığı düzeltmeye çalışmaktadır. Derrida’nın tersine çevrilmiş ve ucu açık diyalektiğinin yaptığı aslında mutlak bütünlüğün zaten mümkün olmadığını göstermek ve bu vesileyle de hiçliğin yüceltimesi anlamına gelen nihlizmin büyük bir saçmalıktan başka bir şey olmadığının altını ve üstünü aynı anda çizmektir. Tüm bunların ışığında diyebiliriz ki Derrida’nın nihilist olarak nitelendirilmesi hem kaygı verici hem de sevindiricidir.Derrida ve Klein tüm yaşamlarını tüm insanlara yanlış yazılmış metinleri doğru okumayı ve doğru yazıldığını iddia edenlerini de yanlış yazmayı öğretmeye adamış birer eğitimci olarak hepimize kendimizden bile daha yakın, sorunlarımız üzerinde bizden çok düşünmüş ve bize gerek politik, gerek a-politik, gerekse anti-politik liderlerimizden çok daha faydalı olabilecek kişilerdir diye düşünüyorum. Zira hepimiz bir zamanlar çocuktuk ve şiddetin, savaşın ve ölümün hüküm sürdüğü büyüklerin dünyasında daha başka dünyalar yaratabilmek için biraz küçülmekte, veya en azından yaşlanmayı biraz ertelemekte, bırakın kötülük ve zarar olmasını, sanırım ki iyilik ve fayda vardır...
Çok önemli, en az üstteki yazı kadar, hatta belki de üst-yazıdan daha önemli dip-not: Burada Jacques Derrida ve Melanie Klein’ı sadece birer örnek olarak kullanıyorum. Onlar gibi daha pek çok “yabancı,” yani yaban ellerde doğup daha yaban ellerde büyümüş yazar mevcuttur bize bizden daha faydalı olabilecek. Altını çizmek istediğim konu odur bu kısa notla. Amacım kendimi kendimden çok az şey, neredeyse hiçbir şey kalacak kadar küçülterek kısmen yok ederken Klein ve Derrida’yı öne çıkarıp olduklarından belki biraz daha büyük göstermek, böylelikle de insanımız için önemlerinin üstünü değil, altını çizmektir sevgili okur; çok değil ama, birazcık...


(c) cengizerdem, 23 Nisan 2007, afrikapazar

No comments:

Post a Comment

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...